XI. yüzyılın sonlarında Harezm'de kurulan ve 1230'da yıkılan Türk imparatorluğu.
Harezmşahlar soyunun kurucusu Anuş Tigin, Garca adlı bir Türk kölesidir. Garca, Büyük Selçuklu emîrlerinden Bilgi Tigin tarafından, Gürcistan'dan satın alınarak saray hizmetine verildi. Kısa bir süre sonra, başarılı çalışmaları sebebiyle, Harezm valiliğine getirildi. Ölümünden sonra, oğlu Kutbeddin Muhammed, Muhammed Harezmşah unvanıyla, Sultan Sencer tarafından Harezm'e gönderildi. Otuz yıl süre ile Harezm'i yöneten Kutbeddin Muhammed, iyi bir yönetici, anlayışlı bir siyaset adamı idi. Zamanında Harezm, büyük bir ilerleme gösterdi. Kutbeddin'in ölümünden sonra, büyük oğlu Kızılarslan Atsız, Harezmşah olarak görevlendirildi. Atsız, ilk zamanlarda Selçuklulara bağlı kaldı. Sultan Sencer ile birlikte seferlere çıktı. Kendi gücünü arttırmak için, Cend ve Mangışlak gibi, Seyhun ötesindeki sahalara kadar ilerledi. Bir süre sonra Sencer ile arası açıldı. Sencer, Atsız'ı beğeniyordu. Bunan yararlanan Atsız, bağımsızlığını ilan etti. Selçuklu memurlarını hapsederek, mallarına el koyduğu gibi, Horasan yollarını da kapattı. Bu sırada Belh'te bulunan Sencer, büyük bir ordu ile Harezm üzerine yürüdü (1138). Yapılan savaşta, Atsız'ın ordusu yenilgiye uğradı, oğlu Atlığ da esir edilerek öldürüldü. Sencer, Harezm'in yönetimini Süleyman bin Muhammed'e vererek vezir, atabey, hâcib gibi memurlardan meydana gelen bir dîvan kurdu, sonra Merv'e döndü (1139). Bu durum, Harezm halkını gücendirdi. Bundan da faydalanan Atsız'ın çalışmaları sonucu, Süleyman ve adamları, Harezm'den ayrılmak zorunda kaldılar (1140). Bir yıl sonra Harezm hâkimiyetini elde eden Atsız, Sencer'e bağlılığını bildirdi (1141). Sencer, aynı yıl, Karahıtaylarla yaptığı savaşta yenildi. Bunun üzerine Atsız, tekrar bağımsızlığını ilan etti. Horasan üzerine yürüyerek, Sencer'in (Selçuklu) başkenti Merv'i ele geçirdi. 1142'de de Nişapur'u alarak kendi adına hutbe okuttu.
Ancak, Atsız'ın bu başarısı çok uzun sürmedi. Horasan'da hakimiyetini tekrar kuran Sencer'in üzerine geldiğini duyan Atsız, aldığı yerleri boşaltarak Harezm'e döndü. Tekrar, Sencer'e bağlılığını bildirdi (1144). Merv'den aldığı hazineleri geri verdi. Karahıtaylara her yıl 20 000 dinar altın vermeyi kabul etti. Bir taraftan da Sultan Sencer'i öldürtmek için Merv'e iki fedaî gönderdi. Durumu haber alan Sencer, bu suikast teşebbüsünden kurtulduğu gibi, Harezm'e karşı üçüncü defa sefere çıktı (1147). Hazarasb kalesini, iki aylık bir kuşatmadan sonra aldı. Harezm'in başkenti olan Gürgenç önlerine geldi. Bu sırada araya giren bir dervişin ricasını kıramayarak, Atsız'ın atından inip toprağı öperek, kendisini metbu tanıma isteğini kabul etti. Fakat Atsız, atından inmeden, Sencer'in isteğini başıyla selam vererek yerine getirdi. Bunun üzerine Sencer, Merv'e döndü. Horasan üzerindeki niyetlerini bir tarafa bırakan Atsız, Seyhun kıyılarını aldı (1152). Oğuz-Selçuklu savaşında Sultan Sencer, Oğuzların eline esir düştü. Bu olay üzerine Atsız, bir yandan Sencer'i kurtarmağa, bir yandan da Oğuzlarla Sencer'in arasını bulmağa çalıştı. Sencer'in esaretten kurtulmasından sonra, ona tebrik mektubu göndererek, emrinde olduğunu bildirdi. Aynı yıl temmuz ayının otuzuncu güü öldü (1156). Atsız'ın yerine veliaht olan Ebu Feth İl-Arslan geçti. Harezm'de bulunan amcaları İnal Tigin ve Yusuf'u, kardeşleri Hitay Han ile Süleyman Şah'ı öldürten İl-Arslan, rakipsiz olarak Harezmşah tahtına çıktı. Sultan Sencer'in ölümü, Harezmşah Devletini, Doğu İran'ın en güçlü devleti haline getirdi (1157). Sencer'e bağlı mahallî hanedanlar, Oğuz reisleri, Büyük Selçuklu emîrleri, yönettikleri bölgeleri genişletmek için büyük bir çaba gösteriyorlardı. Irak'taki Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Muhammed bin Mahmud'un durumu pek sağlam değildi. İl-Arslan, bu durumdan yararlanarak, bağımsızlığını ilan ettiği gibi, durumu Selçuklu sarayına da duyurdu. Harezmşahlar artık, Selçukluların uydusu değil, dostu oldular.
İl-Arslan, Selçuklu emîrlerinin doğu İran'da yaptıkları muharebelere, zaman zaman, çıkarı için karıştı. Bağdat halifesi ile Irak Selçuklu sultanı arasında aracılık etti. Nişapur'u kendisine merkez yaptıktan sonra Tus, Bistan, Pamyan taraflarını da ele geçirdi. Karahıtaylar, Harezm üzerine yürüdüler (1172). İl-Arslan, öteki Harezmşah hükümdarlarının yaptığı gibi, topraklarını su altında bırakarak savunmak istedi. Aynı yıl, hastalanarak Nişapur'da öldü.
İl-Arslan'ın ölümünden sonra küçük oğlu Celaleddin, Harezmşah tahtına oturdu. Cend'de vali olan büyük kardeşi Tökiş, Celaleddin'in emrini yerine getirmediği gibi, Karahıtaylara sığınarak, askerî yardım talebinde bulundu. Karahıtaylar, Tökiş'in isteğini olumlu karşılayarak, çok kuvvetli bir orduyu onun emrine verdiler. Bunun üzerine Celaleddin Şah ve annesi, Harezm'den ayrılarak, Irak Selçuklularının nâibi Melik Ay-Aba'nın yanına geldiler. Kardeşinin kaçması üzerine Tökiş (1172-1200), kolayca Harezmşah tahtına geçti. Tökiş, ailenin en büyük hükümdarlarından birisi olarak ün kazandı. Saltanatının ilk yıllarında, kardeşi Celaleddin Şah, Melik Ay-Aba ile onun üzerine yürüdü. Tökiş, Subarlı kasabasında Ay-Aba'yı bekledi. Ordusunu pusuya düşürüp yok etti. Ay-Aba'nın başını kestirdi (1174). Celaleddin Şah ve annesi, bu başarısızlık üzerine Dihistan'a kaçtılarsa da, Tökiş, Terken Hatun'u yakalatıp öldürttü. Celaleddin Şah ise Gur sultanı Gıyaseddin'e sığındı. Çok geçmeden Tökiş ile Karahıtayların arası açıldı. Bu durumu öğrenen Celaleddin Şah, Karahıtaylar ile birleşerek Harezm'e yürüdü.
Harezm, topraklarını sular altında bırakarak, başkentte kendisini savundu. Büyük bir savaşı göze alamayan Karahıtaylar, geri çekildiler. Yalnız, Celaleddin Şah'a bir miktar asker vererek Merv, Serahs şehirlerini içine alacak küçük bir emîrlik kurmasına yardımcı oldular. Zaman zaman, kardeşi Tökiş ile dostça geçinen Celaleddin Şah, kardeşinin İran seferinde bulunuşunu fırsat bilerek Nişapur üzerine yürüdü (1187). Başarı sağlayamadan Merv'e dönmek zorunda kaldı. Bir süre sonra burada vefat etti.
Kardeşinin ölümünden sonra Tökiş, bütün Doğu İran ve Horasan'a söz geçirmek ve oraları buyruğu altına almak istedi. Abbasî halifesi Nâsır ile anlaşarak, Selçuklu sultanı II. Tuğrul'u yendi ve öldürttü (1194). Hemedan ile öteki Selçuklu kalelerini ele geçirdi. Selçuklu Sultanlığının yıkılışından sonra Tökiş, kendisine sultan unvanını verdi, kestirdiği sikkelere bu unvanı yazdırdı. Harezmşahların, Batı İran'da üstünlük kurmaları kolay olmadı. Tökiş, öümüne kadar, İran işleriyle uğraşmak zorunda kaldı. Isfahan'ı Kutluğ İnanç'a, Rey'in idaresini onun oğlu Yusuf'a verdi. Büyük emîrlerinden Mayacuk'u atabey yaptı. Kendisi harezm'e döndü. Bu sırada, Halife ordusunun Irak'a yaptığı saldırı püskürtüldü. Yusuf Hanın, Rey'den ayrılmasıyla, Mayacuk yönetimi ele aldı. Durumu düzeltmek için Tökiş, üçüncü defa Irak seferine çıktı (1196). Bağdat ordusunu yendi. Hemedan'ı kendisine sığınmış olan Atabey Özbek'e, Isfahan'ı da oğlu Erbaş'a verdi. 1198'de Mayacuk ayaklandı. Tökiş, onu yendi ve öldürttü. İsmailîlerin elinde bulunan bazı kaleleri aldıktan sonra Harezm'e döndü, orada öldü (1200). Oğlu Alâeddin Muhammed, onun yerine geçti.
Büyük kardeşi Melikşah'ın 1197'de ölümünden beri veliaht olan Alâeddin Muhammed, önce Gur sultanları Şahabeddin ve Gıyaseddin ile savaştı. Tökiş'in ölümünden faydalanan bu sultanlar, Merv ve Tus şehirlerini aldıktan sonra Nişapu'u ele geçirdiler. Hindu Han, Melikşah'ı, Alâeddin'e karşı koz olarak kullanmak için, Merv ve Serahs vilâyetlerinin idarsiyle görevlendirdi. Nişapur'a yürüyen Alâeddin, Gurluları, ülkelerine serbestçe dönmek şartı ile bıraktı. Merv ve Serahs'ı geri aldı. Hindu Han, Gur ülkesine dönmek zorunda kaldı. Harezm'e dönen Alâeddin, bir yıl sonra, Herat üzerine yürümeye karar verdi, fakat Sultan Şahabeddin'in, Harezm'e yürümek için ordu hazırladığını duyunca, bundan vazgeçti. Harezm'e çekilen Alâeddin'in ardından Gurlular da Tus'a geldiler. Kardeşi Gıyaseddin'in ölüm haberini alan Şahabeddin, Gur'a döndü. Bunun üzerine Alâeddin, Herat'ı almak istediyse de başarı kazanamadı. Gur'da durumunu düzelten Şahabeddin, hızla Harezm üzerine yürüdü. Alâeddin, daha önceki savunma usulüne başvurarak, Harezm'in o çevresini sular altında bıraktı. Fakat, Gur ordusu, Harezm tarihinde ilk defa olarak, kırk günde bu bölgeyi geçti ve Alâeddin'in ordusunu yendi. Karahanlı sultanı Osman ve Karahıtay orduları, Alâeddin'in yardımına geldi. Gurlular, ağırlıklarını yakarak geri çekildiler. Onları takip eden Alâeddin, Hazarasb'da, Gurlular'ın sağ kolunu dağıttı, bir çok esir ve ganimetle döndü. Karahıtay ordusu ile Anahod önünde, Şahabeddin'in ordusunu çevirerek, iki gün süren bir savaştan sonra mağlup etti. Zorlukla Anahod kalesine sığınan Şahabeddin, Semerkand sultanı Osman'ın aracılığıyla, büyük bir fidye karşılığında Gazne'ye dönebildi. Karahıtayların başarısı, Harezmşah'ı korkuttu. Bu yüzden, bir süre sonra, Gurlu Sultanı Şahabeddin ile dostluk kurmak için Gazne'ye elçi gönderdi. Hindistan'da büyük başarılar kazanan bu Müslüman hükümdar, dinsiz Karahıtaylar'dan öc almak istediği için, Alâeddin'in dostluk teklifini iyi karşıladı. 1205'te, ordusunun eksiklerini tamamlamak için Hindistan'a bir sefer düzenledi. Dönüşünde de Alâeddin'e haber göndererek, Karahıtaylar üzerine yürüyeceğini bildirdi. Fakat, bir Hintli veya Batınî tarafından hançerlenerek öldürüldü (1206). Onun ölümünden sonra Gurlular yıkıldı. Harezmşah Alâeddin, bu durum karşısında, Nişapur'a emîrler göndererek, Horasan ordusunu Herat'ı almak için görevlendirdi. Kısa zamanda Herat alındı, valiliğine Hüseyin getirildi. Ordusunun başında Belh'e yürüyen Alâeddin, kuvvetli bie kuşatmadan sonra burayı teslim aldı (1207).
Alâeddin'in bu tarihten sonra karşısında bulunan siyasî ve askerî güç, Karahıtaylardı. Harezmşahların her yıl vergi vermek zorunda oldukları bu devleti ortadan kaldırmak, Alâeddin'in en büyük hedefi idi. Bunu gerçekleştirmek isteyen Alâeddin, büyük bir orduyla Mâverâünnehir seferine çıktı. Karahıtayları yenerek, Buhara'yı aldı (1208). Bu tarihten sonra Karahıtaylar bir daha toparlanamadılar. Küçlük kumandasındaki Naymanların, Cengiz'in önünden kaçarak Karahıtay topraklarına girişi, bu devletin yıkılışını kolaylaştırdı. Ayrıca, Semerkand, Alâeddin tarafından zaptedildi (1212). Mâverâünnehir, kesin olarak, Harezmşahların hakimiyeti altına girdi. Gazne'yi alan Alâeddin, bu bölgenin yönetimini, büyük oğlu Celâleddin'e verdi (1215). İran'a sefer yaptı (1217). Fars ve Âzerbaycan atabeylerini itaat altına aldıysa da, Hemedan'dan Esedâbâd yolu ile Bağdat'a gönderdiği ordu, ağır kış yüzünden, ağır bir kayba uğrayarak dağıldı (1218). Bu sırada Cengiz'in zaferlerini duyan Alâeddin, bilgi edinmek için Moğol hakanına bir elçi gönderdi. Cengiz'in gönderdiği elçilik heyetini kabul etti. Cengiz, elçisi aracılığıyla Alâeddin'e, dostluk e ticaret ilişkilerinin sıkılaştırılması dileğini bildirdi. Fakat, bir süre sonra Cengiz'in bir kervanı, Otrar'da, Alâeddin'in Muhammed'in valisi İnalcuk tarafından yağmalanarak, kervanda bulunanlar öldürüldü. Kervandan kaçıp kurtulabilen bir kişi, durumu Cengiz'e bildirdi. Bunun üzerine Cengiz, Harezmşah'a bir heyet göndererek, Gayır Han diye bilinen İnalcuk'un teslimini ve malların tazminini istedi. Alâeddin Muhammed, bu isteği şiddetle reddederek, Cengiz ile savaşa karar verdi. Alâeddin'in bu kararı, Harezmşah İmparatorluğunun birden ortadan kaldırılması, Doğu İslâm dünyasında yüz binlerce Müslümanın ölümü, birçok şehir ve eserin yakılıp yıkılmasıyla sonuçlandı.
Cengiz, Harezmşahlara karşı 200 000 kişilik bir ordu hazırladı. Alâddin Muhammed, kurduğu harp meclisinde, Moğol ordusunun Seyhun nehri kıyısında karşılanması görüşünü kabul etmeyerek, Mâverâünnehir'de savaş yapılmasını kararlaştırdı. Kuvvetlerini, büyük şehir ve kalelere dağıttı. Bu kuvvetlerin başına ayrı ayrı kumandanlar getirdi, kendisi de Horasan'a geçti. Cengiz, ordusunu küçük birliklere ayırıp, Mâverâünnehir'in sağlam kalelerini birer birer ele geçirdi, savunan ve kendini koruyan şehirleri yakıp yıktı. Kısa bir süre içinde Buhara ve Semerkand, Otrar, Sıgnak, Barçlığ, Kend, Cend, Benâkend ve Hocend gibi şehirler, Cengiz'in eline geçti. Mâverâünehir'in en güçlü savunma merkezi olan Semerkand, Türk kumandanının büyük kahramanlık göstermesine rağmen teslim oldu. Cengiz, ordusuna, küçük vilâyetlerin alınmasını emretti. Belh'te bulunan Alâeddin, Irak'a, oğlu Rükneddin'in yanına gitmek bahanesiyle Tus'a kaçtı. Moğollar, her yanda hızla ilerliyorlardı. Nişapur ve Bistâm yoluyla Rey'e gelen Alâeddin, oğlunu da yanına alarak, Devletâbâd yakınlarında Moğolları durdurmak istedi. Yenilerek Abiskun'da bir adaya sığındı. Biraz sonra, burada hastalanarak öldü (1220). Yerine oğlu Celaleddin geçti.
CELALETTİN HARZEMŞAH
Harezm'e dönen Celaleddin, veliahdlığını tanımak istemeyen bazı Türk kumandanlarının, kendisini öldürteceklerini, Moğolların da yaklaştığını öğrenince Horasan'a kaçtı. Bir süre sonra iki kardeşi Uzlug Şah ve Ak Şah Horasan'a geldiler. Harezm'de toplanmış olan 90 000 kişi, Humar Tigin adlı bir emîrin idaresi altında, Harezmşahların merkezi Gürgenç'i (Harezm-Ürgenç) dört ay savunduktan sonra Moğollara teslim olmak zorunda kaldılar (1221). Celaleddin Harezmşah, imparatorluğun ortasından koparabildiği ve kurtarabildiği insanlarla, Harezmşah devletini, vefatına kadar sürdürdü. Moğolların doğuda ve batıda yayılmasını bir süre geciktirdi.
Devlet İdaresi
Harezmşah devletinin ilk çekirdeğini Büyük Selçuklu Devletine bağlı Harezm'i yöneten bir Türk ailesi kurdu. Hükümdar ve sülalesi ile devlet hazinesinden yararlananların dışında bütün halk vergi öderdi. Sınırları korumak, asayişi sağlamak, devletin göreviydi. Bu görev, ücretli askerler, belirli bir toprağın vergisini almakla yetkili sipahiler tarafından yapılırdı. İdare, maliye, adliye işleriyle uğraşan kurumlarda çalışan görevliler, bir çeşit bürokratik aristokrasi meydana getirirlerdi. Büyük küçük, hemen hemen bütün memuriyetler babadan oğula geçerdi. İdarî müesseseler, Büyük Selçuklu Devletinin aynıydı. Alâeddin zamanında, mahallî bağımsız beyliklere ve hanedanlıklara son verilerek, merkezî yönetim sistemi uygulandı. Bağımsız eyaletten, önce tâbi bir devlet, sonra bir imparatorluk durumuna gelince, saray teşkilatı, teşrifat kuralları, lâkaplar, unvanlar, daha gösterişli bir nitelik kazandı. Alâeddin, İskender-i Sânî ve Sancar lakaplarını kullandı, tuğrasına zıllullah-i fi'l-arz (Allah'ın yeryüzündeki gölgesi) yazdırdı. Şehzadelere genellikle Alâeddin lakabı verilirdi. Hükümdarların lakapları ise, önceleri Harezmşah, melik iken, sonraları şahenşah, sultan, sultanıâzam olarak değiştirildi. Hükümdarların hepsinin tuğra ve tevkîleri ayrı ayrıydı. Hükümdarlık sembolü, bayrak ve çetreydi. Sultan elbiseleri siyahtı. Sarayda sultanın özel bir mızıka takımı vardı. Selçuklu saraylarındaki hâcib, çomakdâr, çavuş gibi sınıflar, Harezm sarayına da girmişti.
Hükümdarın, dîvan görüşmelerini kafes arkasından izlemesi, Ramazandaki huzur dersleri gibi Osmanlı saray gelenekleri, Harezm'de de vardı. Saltanat hususunda Harezmşahlarda yerleşmiş bir kural yoktu. Bu yüzden şehzadeler arasında sık sık taht kavgaları olurdu. Veliahdlar genellikle Horasan'a tayin olunur, güvenilir bir Türk kumandanı, atabey unvanıyla yanlarına verilirdi. Merkezî idarenin başında bulunan vezir, hükümdarın vekili olarak devlet işlerini yürürtürdü. Bütün tımarlardan, hattâ sultanın hassından, öşür alan vezirlerin maiyetinde çeşitli dîvanlar (dîvan-ı tuğra, dîvan-ı inşâ, dîvan-ı arz, dîvan-ı istîfâ, dîvan-ı işrâf vb.) vardı. Bu dîvanlar, çeşitli idare şubeler niteliğindeydi.
Maliye işleri, dîvan-ı istîfâ tarafından yürütülürdü. Vergi düzeni Selçukluların aynıydı. ayrıca, zaptolunan yerlerde mahallî gelenekler korunur, antlaşma ile genel gelirin üçte biri tutarında vergi alınır, olağanüstü durumlarda salma ve müsadere yoluna gidilirdi. Ordu ve askerî işlere, dîvan-ı has bakardı. Orduda görevli herkesin belirli değerde bir ikta'ı vardı. İkta sahiplerinin kurduğu büyük süvari gücü, imparatorluğun her tarafına yayılmıştı. Bunun yanı sıra, doğrudan doğruya sultana bağlı hâssa ordusu başkente yakın bir yerde, emre hazır beklerdi. Orduda ayrıca, ücretli asker ve köleler de savaşçı olarak görev alırdı. Adlî teşkilâtta, şer'î kazâ ile örfî kaza birbirinden ayrılmıştı. Saraylıların işlediği suçlar, kendi âmirlerince cezalandırılırdı. Memlekette en çok Hanefî ve kısmen Şâfiî fıkhı uygulanırdı. Toplum hayatında reâya sınıfından başka, büyük şehir ve kasabalarda ticaret yapan varlıklı bir tüccar sınıfı yaşıyordu.
Toprak sahibi köylüler arasında, topraksız gündelikçiler, yarıcılar bulunurdu. Bunların dışında, büyük toprak ve sermaye sahibi dihkân sınıfı ve göçebe kabîleler vardı.
Bilim ve Sanat
Harezmşahlar devrinde başkent Cürcân, bir bilim ve sanat merkeziydi. Şehirde on büyük vakıf kütüphane vardı. Hükümdar ve şehzadeler, iyi eğitim görmüş kişilerdi, âlim ve sanatçıları korurlardı. Ebü'l-Fazl Kirmânî, Ebu Mansur, Hüseyin Ersbendî, Ebu Muhammed Harekî gibi kadı, vâiz ve filozoflar, başkent Cürcân'da toplanmışlardı. Ayrıca, Fahr-i Harezm lakabını taşıyan Zemahşerî (1074-1144), Fahrüddîn-i Râzî, Şihâbeddin Hivâkî, Şemsüddin Muhammed el-Zabî gibi bir çok tanınmış âlim ve şair, Harezm'de yaşadılar. Harezmşahlarda bilim ve din dili olarak, Arapça ön sırada yer alırdı. Dîvanlar, fermanlar Farsça yazılırdı. Yalnız, Ahmed Yesevî ve onun yolundan gidenler, eserlerini Türkçe yazdılar. Muhammed bin Keys adındaki yazarın Celaleddin Harezmşah'a sunduğu Tibyân-ı Lügati't-Türkî alâ Lisanü'l-Kanglı (Kanglı Dilinde Türk Dili Lügati) bu dönemde yazılan önemli eserlerden biridir.
EYYUBİLER

XI. yüzyılın sonlarında Harezm'de kurulan ve 1230'da yıkılan Türk imparatorluğu.
Harezmşahlar soyunun kurucusu Anuş Tigin, Garca adlı bir Türk kölesidir. Garca, Büyük Selçuklu emîrlerinden Bilgi Tigin tarafından, Gürcistan'dan satın alınarak saray hizmetine verildi. Kısa bir süre sonra, başarılı çalışmaları sebebiyle, Harezm valiliğine getirildi. Ölümünden sonra, oğlu Kutbeddin Muhammed, Muhammed Harezmşah unvanıyla, Sultan Sencer tarafından Harezm'e gönderildi. Otuz yıl süre ile Harezm'i yöneten Kutbeddin Muhammed, iyi bir yönetici, anlayışlı bir siyaset adamı idi. Zamanında Harezm, büyük bir ilerleme gösterdi. Kutbeddin'in ölümünden sonra, büyük oğlu Kızılarslan Atsız, Harezmşah olarak görevlendirildi. Atsız, ilk zamanlarda Selçuklulara bağlı kaldı. Sultan Sencer ile birlikte seferlere çıktı. Kendi gücünü arttırmak için, Cend ve Mangışlak gibi, Seyhun ötesindeki sahalara kadar ilerledi. Bir süre sonra Sencer ile arası açıldı. Sencer, Atsız'ı beğeniyordu. Bunan yararlanan Atsız, bağımsızlığını ilan etti. Selçuklu memurlarını hapsederek, mallarına el koyduğu gibi, Horasan yollarını da kapattı. Bu sırada Belh'te bulunan Sencer, büyük bir ordu ile Harezm üzerine yürüdü (1138). Yapılan savaşta, Atsız'ın ordusu yenilgiye uğradı, oğlu Atlığ da esir edilerek öldürüldü. Sencer, Harezm'in yönetimini Süleyman bin Muhammed'e vererek vezir, atabey, hâcib gibi memurlardan meydana gelen bir dîvan kurdu, sonra Merv'e döndü (1139). Bu durum, Harezm halkını gücendirdi. Bundan da faydalanan Atsız'ın çalışmaları sonucu, Süleyman ve adamları, Harezm'den ayrılmak zorunda kaldılar (1140). Bir yıl sonra Harezm hâkimiyetini elde eden Atsız, Sencer'e bağlılığını bildirdi (1141). Sencer, aynı yıl, Karahıtaylarla yaptığı savaşta yenildi. Bunun üzerine Atsız, tekrar bağımsızlığını ilan etti. Horasan üzerine yürüyerek, Sencer'in (Selçuklu) başkenti Merv'i ele geçirdi. 1142'de de Nişapur'u alarak kendi adına hutbe okuttu.
Ancak, Atsız'ın bu başarısı çok uzun sürmedi. Horasan'da hakimiyetini tekrar kuran Sencer'in üzerine geldiğini duyan Atsız, aldığı yerleri boşaltarak Harezm'e döndü. Tekrar, Sencer'e bağlılığını bildirdi (1144). Merv'den aldığı hazineleri geri verdi. Karahıtaylara her yıl 20 000 dinar altın vermeyi kabul etti. Bir taraftan da Sultan Sencer'i öldürtmek için Merv'e iki fedaî gönderdi. Durumu haber alan Sencer, bu suikast teşebbüsünden kurtulduğu gibi, Harezm'e karşı üçüncü defa sefere çıktı (1147). Hazarasb kalesini, iki aylık bir kuşatmadan sonra aldı. Harezm'in başkenti olan Gürgenç önlerine geldi. Bu sırada araya giren bir dervişin ricasını kıramayarak, Atsız'ın atından inip toprağı öperek, kendisini metbu tanıma isteğini kabul etti. Fakat Atsız, atından inmeden, Sencer'in isteğini başıyla selam vererek yerine getirdi. Bunun üzerine Sencer, Merv'e döndü. Horasan üzerindeki niyetlerini bir tarafa bırakan Atsız, Seyhun kıyılarını aldı (1152). Oğuz-Selçuklu savaşında Sultan Sencer, Oğuzların eline esir düştü. Bu olay üzerine Atsız, bir yandan Sencer'i kurtarmağa, bir yandan da Oğuzlarla Sencer'in arasını bulmağa çalıştı. Sencer'in esaretten kurtulmasından sonra, ona tebrik mektubu göndererek, emrinde olduğunu bildirdi. Aynı yıl temmuz ayının otuzuncu güü öldü (1156). Atsız'ın yerine veliaht olan Ebu Feth İl-Arslan geçti. Harezm'de bulunan amcaları İnal Tigin ve Yusuf'u, kardeşleri Hitay Han ile Süleyman Şah'ı öldürten İl-Arslan, rakipsiz olarak Harezmşah tahtına çıktı. Sultan Sencer'in ölümü, Harezmşah Devletini, Doğu İran'ın en güçlü devleti haline getirdi (1157). Sencer'e bağlı mahallî hanedanlar, Oğuz reisleri, Büyük Selçuklu emîrleri, yönettikleri bölgeleri genişletmek için büyük bir çaba gösteriyorlardı. Irak'taki Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Muhammed bin Mahmud'un durumu pek sağlam değildi. İl-Arslan, bu durumdan yararlanarak, bağımsızlığını ilan ettiği gibi, durumu Selçuklu sarayına da duyurdu. Harezmşahlar artık, Selçukluların uydusu değil, dostu oldular.
İl-Arslan, Selçuklu emîrlerinin doğu İran'da yaptıkları muharebelere, zaman zaman, çıkarı için karıştı. Bağdat halifesi ile Irak Selçuklu sultanı arasında aracılık etti. Nişapur'u kendisine merkez yaptıktan sonra Tus, Bistan, Pamyan taraflarını da ele geçirdi. Karahıtaylar, Harezm üzerine yürüdüler (1172). İl-Arslan, öteki Harezmşah hükümdarlarının yaptığı gibi, topraklarını su altında bırakarak savunmak istedi. Aynı yıl, hastalanarak Nişapur'da öldü.
İl-Arslan'ın ölümünden sonra küçük oğlu Celaleddin, Harezmşah tahtına oturdu. Cend'de vali olan büyük kardeşi Tökiş, Celaleddin'in emrini yerine getirmediği gibi, Karahıtaylara sığınarak, askerî yardım talebinde bulundu. Karahıtaylar, Tökiş'in isteğini olumlu karşılayarak, çok kuvvetli bir orduyu onun emrine verdiler. Bunun üzerine Celaleddin Şah ve annesi, Harezm'den ayrılarak, Irak Selçuklularının nâibi Melik Ay-Aba'nın yanına geldiler. Kardeşinin kaçması üzerine Tökiş (1172-1200), kolayca Harezmşah tahtına geçti. Tökiş, ailenin en büyük hükümdarlarından birisi olarak ün kazandı. Saltanatının ilk yıllarında, kardeşi Celaleddin Şah, Melik Ay-Aba ile onun üzerine yürüdü. Tökiş, Subarlı kasabasında Ay-Aba'yı bekledi. Ordusunu pusuya düşürüp yok etti. Ay-Aba'nın başını kestirdi (1174). Celaleddin Şah ve annesi, bu başarısızlık üzerine Dihistan'a kaçtılarsa da, Tökiş, Terken Hatun'u yakalatıp öldürttü. Celaleddin Şah ise Gur sultanı Gıyaseddin'e sığındı. Çok geçmeden Tökiş ile Karahıtayların arası açıldı. Bu durumu öğrenen Celaleddin Şah, Karahıtaylar ile birleşerek Harezm'e yürüdü.
Harezm, topraklarını sular altında bırakarak, başkentte kendisini savundu. Büyük bir savaşı göze alamayan Karahıtaylar, geri çekildiler. Yalnız, Celaleddin Şah'a bir miktar asker vererek Merv, Serahs şehirlerini içine alacak küçük bir emîrlik kurmasına yardımcı oldular. Zaman zaman, kardeşi Tökiş ile dostça geçinen Celaleddin Şah, kardeşinin İran seferinde bulunuşunu fırsat bilerek Nişapur üzerine yürüdü (1187). Başarı sağlayamadan Merv'e dönmek zorunda kaldı. Bir süre sonra burada vefat etti.
Kardeşinin ölümünden sonra Tökiş, bütün Doğu İran ve Horasan'a söz geçirmek ve oraları buyruğu altına almak istedi. Abbasî halifesi Nâsır ile anlaşarak, Selçuklu sultanı II. Tuğrul'u yendi ve öldürttü (1194). Hemedan ile öteki Selçuklu kalelerini ele geçirdi. Selçuklu Sultanlığının yıkılışından sonra Tökiş, kendisine sultan unvanını verdi, kestirdiği sikkelere bu unvanı yazdırdı. Harezmşahların, Batı İran'da üstünlük kurmaları kolay olmadı. Tökiş, öümüne kadar, İran işleriyle uğraşmak zorunda kaldı. Isfahan'ı Kutluğ İnanç'a, Rey'in idaresini onun oğlu Yusuf'a verdi. Büyük emîrlerinden Mayacuk'u atabey yaptı. Kendisi harezm'e döndü. Bu sırada, Halife ordusunun Irak'a yaptığı saldırı püskürtüldü. Yusuf Hanın, Rey'den ayrılmasıyla, Mayacuk yönetimi ele aldı. Durumu düzeltmek için Tökiş, üçüncü defa Irak seferine çıktı (1196). Bağdat ordusunu yendi. Hemedan'ı kendisine sığınmış olan Atabey Özbek'e, Isfahan'ı da oğlu Erbaş'a verdi. 1198'de Mayacuk ayaklandı. Tökiş, onu yendi ve öldürttü. İsmailîlerin elinde bulunan bazı kaleleri aldıktan sonra Harezm'e döndü, orada öldü (1200). Oğlu Alâeddin Muhammed, onun yerine geçti.
Büyük kardeşi Melikşah'ın 1197'de ölümünden beri veliaht olan Alâeddin Muhammed, önce Gur sultanları Şahabeddin ve Gıyaseddin ile savaştı. Tökiş'in ölümünden faydalanan bu sultanlar, Merv ve Tus şehirlerini aldıktan sonra Nişapu'u ele geçirdiler. Hindu Han, Melikşah'ı, Alâeddin'e karşı koz olarak kullanmak için, Merv ve Serahs vilâyetlerinin idarsiyle görevlendirdi. Nişapur'a yürüyen Alâeddin, Gurluları, ülkelerine serbestçe dönmek şartı ile bıraktı. Merv ve Serahs'ı geri aldı. Hindu Han, Gur ülkesine dönmek zorunda kaldı. Harezm'e dönen Alâeddin, bir yıl sonra, Herat üzerine yürümeye karar verdi, fakat Sultan Şahabeddin'in, Harezm'e yürümek için ordu hazırladığını duyunca, bundan vazgeçti. Harezm'e çekilen Alâeddin'in ardından Gurlular da Tus'a geldiler. Kardeşi Gıyaseddin'in ölüm haberini alan Şahabeddin, Gur'a döndü. Bunun üzerine Alâeddin, Herat'ı almak istediyse de başarı kazanamadı. Gur'da durumunu düzelten Şahabeddin, hızla Harezm üzerine yürüdü. Alâeddin, daha önceki savunma usulüne başvurarak, Harezm'in o çevresini sular altında bıraktı. Fakat, Gur ordusu, Harezm tarihinde ilk defa olarak, kırk günde bu bölgeyi geçti ve Alâeddin'in ordusunu yendi. Karahanlı sultanı Osman ve Karahıtay orduları, Alâeddin'in yardımına geldi. Gurlular, ağırlıklarını yakarak geri çekildiler. Onları takip eden Alâeddin, Hazarasb'da, Gurlular'ın sağ kolunu dağıttı, bir çok esir ve ganimetle döndü. Karahıtay ordusu ile Anahod önünde, Şahabeddin'in ordusunu çevirerek, iki gün süren bir savaştan sonra mağlup etti. Zorlukla Anahod kalesine sığınan Şahabeddin, Semerkand sultanı Osman'ın aracılığıyla, büyük bir fidye karşılığında Gazne'ye dönebildi. Karahıtayların başarısı, Harezmşah'ı korkuttu. Bu yüzden, bir süre sonra, Gurlu Sultanı Şahabeddin ile dostluk kurmak için Gazne'ye elçi gönderdi. Hindistan'da büyük başarılar kazanan bu Müslüman hükümdar, dinsiz Karahıtaylar'dan öc almak istediği için, Alâeddin'in dostluk teklifini iyi karşıladı. 1205'te, ordusunun eksiklerini tamamlamak için Hindistan'a bir sefer düzenledi. Dönüşünde de Alâeddin'e haber göndererek, Karahıtaylar üzerine yürüyeceğini bildirdi. Fakat, bir Hintli veya Batınî tarafından hançerlenerek öldürüldü (1206). Onun ölümünden sonra Gurlular yıkıldı. Harezmşah Alâeddin, bu durum karşısında, Nişapur'a emîrler göndererek, Horasan ordusunu Herat'ı almak için görevlendirdi. Kısa zamanda Herat alındı, valiliğine Hüseyin getirildi. Ordusunun başında Belh'e yürüyen Alâeddin, kuvvetli bie kuşatmadan sonra burayı teslim aldı (1207).
Alâeddin'in bu tarihten sonra karşısında bulunan siyasî ve askerî güç, Karahıtaylardı. Harezmşahların her yıl vergi vermek zorunda oldukları bu devleti ortadan kaldırmak, Alâeddin'in en büyük hedefi idi. Bunu gerçekleştirmek isteyen Alâeddin, büyük bir orduyla Mâverâünnehir seferine çıktı. Karahıtayları yenerek, Buhara'yı aldı (1208). Bu tarihten sonra Karahıtaylar bir daha toparlanamadılar. Küçlük kumandasındaki Naymanların, Cengiz'in önünden kaçarak Karahıtay topraklarına girişi, bu devletin yıkılışını kolaylaştırdı. Ayrıca, Semerkand, Alâeddin tarafından zaptedildi (1212). Mâverâünnehir, kesin olarak, Harezmşahların hakimiyeti altına girdi. Gazne'yi alan Alâeddin, bu bölgenin yönetimini, büyük oğlu Celâleddin'e verdi (1215). İran'a sefer yaptı (1217). Fars ve Âzerbaycan atabeylerini itaat altına aldıysa da, Hemedan'dan Esedâbâd yolu ile Bağdat'a gönderdiği ordu, ağır kış yüzünden, ağır bir kayba uğrayarak dağıldı (1218). Bu sırada Cengiz'in zaferlerini duyan Alâeddin, bilgi edinmek için Moğol hakanına bir elçi gönderdi. Cengiz'in gönderdiği elçilik heyetini kabul etti. Cengiz, elçisi aracılığıyla Alâeddin'e, dostluk e ticaret ilişkilerinin sıkılaştırılması dileğini bildirdi. Fakat, bir süre sonra Cengiz'in bir kervanı, Otrar'da, Alâeddin'in Muhammed'in valisi İnalcuk tarafından yağmalanarak, kervanda bulunanlar öldürüldü. Kervandan kaçıp kurtulabilen bir kişi, durumu Cengiz'e bildirdi. Bunun üzerine Cengiz, Harezmşah'a bir heyet göndererek, Gayır Han diye bilinen İnalcuk'un teslimini ve malların tazminini istedi. Alâeddin Muhammed, bu isteği şiddetle reddederek, Cengiz ile savaşa karar verdi. Alâeddin'in bu kararı, Harezmşah İmparatorluğunun birden ortadan kaldırılması, Doğu İslâm dünyasında yüz binlerce Müslümanın ölümü, birçok şehir ve eserin yakılıp yıkılmasıyla sonuçlandı.
Cengiz, Harezmşahlara karşı 200 000 kişilik bir ordu hazırladı. Alâddin Muhammed, kurduğu harp meclisinde, Moğol ordusunun Seyhun nehri kıyısında karşılanması görüşünü kabul etmeyerek, Mâverâünnehir'de savaş yapılmasını kararlaştırdı. Kuvvetlerini, büyük şehir ve kalelere dağıttı. Bu kuvvetlerin başına ayrı ayrı kumandanlar getirdi, kendisi de Horasan'a geçti. Cengiz, ordusunu küçük birliklere ayırıp, Mâverâünnehir'in sağlam kalelerini birer birer ele geçirdi, savunan ve kendini koruyan şehirleri yakıp yıktı. Kısa bir süre içinde Buhara ve Semerkand, Otrar, Sıgnak, Barçlığ, Kend, Cend, Benâkend ve Hocend gibi şehirler, Cengiz'in eline geçti. Mâverâünehir'in en güçlü savunma merkezi olan Semerkand, Türk kumandanının büyük kahramanlık göstermesine rağmen teslim oldu. Cengiz, ordusuna, küçük vilâyetlerin alınmasını emretti. Belh'te bulunan Alâeddin, Irak'a, oğlu Rükneddin'in yanına gitmek bahanesiyle Tus'a kaçtı. Moğollar, her yanda hızla ilerliyorlardı. Nişapur ve Bistâm yoluyla Rey'e gelen Alâeddin, oğlunu da yanına alarak, Devletâbâd yakınlarında Moğolları durdurmak istedi. Yenilerek Abiskun'da bir adaya sığındı. Biraz sonra, burada hastalanarak öldü (1220). Yerine oğlu Celaleddin geçti.
CELALETTİN HARZEMŞAH
Harezm'e dönen Celaleddin, veliahdlığını tanımak istemeyen bazı Türk kumandanlarının, kendisini öldürteceklerini, Moğolların da yaklaştığını öğrenince Horasan'a kaçtı. Bir süre sonra iki kardeşi Uzlug Şah ve Ak Şah Horasan'a geldiler. Harezm'de toplanmış olan 90 000 kişi, Humar Tigin adlı bir emîrin idaresi altında, Harezmşahların merkezi Gürgenç'i (Harezm-Ürgenç) dört ay savunduktan sonra Moğollara teslim olmak zorunda kaldılar (1221). Celaleddin Harezmşah, imparatorluğun ortasından koparabildiği ve kurtarabildiği insanlarla, Harezmşah devletini, vefatına kadar sürdürdü. Moğolların doğuda ve batıda yayılmasını bir süre geciktirdi.
Devlet İdaresi
Harezmşah devletinin ilk çekirdeğini Büyük Selçuklu Devletine bağlı Harezm'i yöneten bir Türk ailesi kurdu. Hükümdar ve sülalesi ile devlet hazinesinden yararlananların dışında bütün halk vergi öderdi. Sınırları korumak, asayişi sağlamak, devletin göreviydi. Bu görev, ücretli askerler, belirli bir toprağın vergisini almakla yetkili sipahiler tarafından yapılırdı. İdare, maliye, adliye işleriyle uğraşan kurumlarda çalışan görevliler, bir çeşit bürokratik aristokrasi meydana getirirlerdi. Büyük küçük, hemen hemen bütün memuriyetler babadan oğula geçerdi. İdarî müesseseler, Büyük Selçuklu Devletinin aynıydı. Alâeddin zamanında, mahallî bağımsız beyliklere ve hanedanlıklara son verilerek, merkezî yönetim sistemi uygulandı. Bağımsız eyaletten, önce tâbi bir devlet, sonra bir imparatorluk durumuna gelince, saray teşkilatı, teşrifat kuralları, lâkaplar, unvanlar, daha gösterişli bir nitelik kazandı. Alâeddin, İskender-i Sânî ve Sancar lakaplarını kullandı, tuğrasına zıllullah-i fi'l-arz (Allah'ın yeryüzündeki gölgesi) yazdırdı. Şehzadelere genellikle Alâeddin lakabı verilirdi. Hükümdarların lakapları ise, önceleri Harezmşah, melik iken, sonraları şahenşah, sultan, sultanıâzam olarak değiştirildi. Hükümdarların hepsinin tuğra ve tevkîleri ayrı ayrıydı. Hükümdarlık sembolü, bayrak ve çetreydi. Sultan elbiseleri siyahtı. Sarayda sultanın özel bir mızıka takımı vardı. Selçuklu saraylarındaki hâcib, çomakdâr, çavuş gibi sınıflar, Harezm sarayına da girmişti.
Hükümdarın, dîvan görüşmelerini kafes arkasından izlemesi, Ramazandaki huzur dersleri gibi Osmanlı saray gelenekleri, Harezm'de de vardı. Saltanat hususunda Harezmşahlarda yerleşmiş bir kural yoktu. Bu yüzden şehzadeler arasında sık sık taht kavgaları olurdu. Veliahdlar genellikle Horasan'a tayin olunur, güvenilir bir Türk kumandanı, atabey unvanıyla yanlarına verilirdi. Merkezî idarenin başında bulunan vezir, hükümdarın vekili olarak devlet işlerini yürürtürdü. Bütün tımarlardan, hattâ sultanın hassından, öşür alan vezirlerin maiyetinde çeşitli dîvanlar (dîvan-ı tuğra, dîvan-ı inşâ, dîvan-ı arz, dîvan-ı istîfâ, dîvan-ı işrâf vb.) vardı. Bu dîvanlar, çeşitli idare şubeler niteliğindeydi.
Maliye işleri, dîvan-ı istîfâ tarafından yürütülürdü. Vergi düzeni Selçukluların aynıydı. ayrıca, zaptolunan yerlerde mahallî gelenekler korunur, antlaşma ile genel gelirin üçte biri tutarında vergi alınır, olağanüstü durumlarda salma ve müsadere yoluna gidilirdi. Ordu ve askerî işlere, dîvan-ı has bakardı. Orduda görevli herkesin belirli değerde bir ikta'ı vardı. İkta sahiplerinin kurduğu büyük süvari gücü, imparatorluğun her tarafına yayılmıştı. Bunun yanı sıra, doğrudan doğruya sultana bağlı hâssa ordusu başkente yakın bir yerde, emre hazır beklerdi. Orduda ayrıca, ücretli asker ve köleler de savaşçı olarak görev alırdı. Adlî teşkilâtta, şer'î kazâ ile örfî kaza birbirinden ayrılmıştı. Saraylıların işlediği suçlar, kendi âmirlerince cezalandırılırdı. Memlekette en çok Hanefî ve kısmen Şâfiî fıkhı uygulanırdı. Toplum hayatında reâya sınıfından başka, büyük şehir ve kasabalarda ticaret yapan varlıklı bir tüccar sınıfı yaşıyordu.
Toprak sahibi köylüler arasında, topraksız gündelikçiler, yarıcılar bulunurdu. Bunların dışında, büyük toprak ve sermaye sahibi dihkân sınıfı ve göçebe kabîleler vardı.
Bilim ve Sanat
Harezmşahlar devrinde başkent Cürcân, bir bilim ve sanat merkeziydi. Şehirde on büyük vakıf kütüphane vardı. Hükümdar ve şehzadeler, iyi eğitim görmüş kişilerdi, âlim ve sanatçıları korurlardı. Ebü'l-Fazl Kirmânî, Ebu Mansur, Hüseyin Ersbendî, Ebu Muhammed Harekî gibi kadı, vâiz ve filozoflar, başkent Cürcân'da toplanmışlardı. Ayrıca, Fahr-i Harezm lakabını taşıyan Zemahşerî (1074-1144), Fahrüddîn-i Râzî, Şihâbeddin Hivâkî, Şemsüddin Muhammed el-Zabî gibi bir çok tanınmış âlim ve şair, Harezm'de yaşadılar. Harezmşahlarda bilim ve din dili olarak, Arapça ön sırada yer alırdı. Dîvanlar, fermanlar Farsça yazılırdı. Yalnız, Ahmed Yesevî ve onun yolundan gidenler, eserlerini Türkçe yazdılar. Muhammed bin Keys adındaki yazarın Celaleddin Harezmşah'a sunduğu Tibyân-ı Lügati't-Türkî alâ Lisanü'l-Kanglı (Kanglı Dilinde Türk Dili Lügati) bu dönemde yazılan önemli eserlerden biridir.

MEMLUKLAR

Her neferin en yüksek mevkie çıkması mümkün olan bu Türk Devleti, Arapça kaynaklarda daima Türkiye Devleti (=ed-Devletü't-Türkiyye) olarak zikredilmektedir. Memlûk Devleti teşkilâtında en kabiliyetli gençlerin sivrilmeleri, idare tarzının esasını teşkil ettiği cihetle, ancak fevkalâde hasletlere sâhip kimseler işbaşına geçebilirdi. Bu yüzden akranları arasında en mümtaz olanlardan seçildikleri gibi, gayet itinalı bir askerî terbiyeye tâbi tutulmak suretiyle yetişen emîrlerin, Bahriye Memlûkları'ndan ayrı olarak teşkil ettikleri gruplar sayesinde, devleti merkezîleştirerek, teşkil ettikleri ordular, yakın-Doğu tarihinde mühim bir rol oynamağa muvaffak olmuş, Mısır ise, her türlü tecavüzden masun kalarak iktisaden ve fikren mütemadî bir surette inkişâf etmiştir.
Bununla beraber, başlangıçta ufak iktâlara sahip olan onlar, yüzler emirlerinin, hârici tehlikeler karşısında birleşmelerine rağmen, birbirleri ile olan rekabetleri sebebiyle ayrı ayrı hususî Memlûk grupları teşkil etmeleri, kuvvetleri gittikçe azalan Bahriye Memlûkları'nın zararına oldu.
Bahriye Memlûkleri'nin ilk sultanı olup el-Melikü's-Sâlih'in Türk asıllı dul zevcesi Şeceretü'd-Dürr ile evlenerek iş başına geçen Aybey et-Türkmânî (1250-1257), başlangıçta Bahriye Memlûkleri'nin muhâlefeti ile karşılaştı. Zira el-Melikü's-Sâlih âilesine sâdık kalan bu grup, Aybey'in Atabey olarak kalacağını, devletin başına da Eyyûbiler'den bir melikin getirileceğini ümid ediyor idi. Oğuz-Türkmen grubu ile Bahriye Memlûkları arasında çıkan anlaşmazlık dikkate şayandır. Aybey'in yeni bir Memlûk Grubu (=el-Muizzî) teşkil etmesinin, bu muhâlefeti arttırdığı söylenebilir. Nitekim, karşı koyup şiddetle cezalandırılan Bahriyeliler'den bir kısmı, Suriye'deki feodal Eyyûbî meliklerinin yanına gittiği gibi, diğer bir kısmı da Kerak, Dımaşk (Şam) ve Filistin'e yayılmış, yüz otuz Bahriyeli de Anadolu Selçuklu Sultanına ilticâ etmiştir.
İşte bu Bahriyeliler'den Dımaşk'a sığınanlar Eyyûbîler'den el-Melikü's-Sâlih İsmail (1202-1251)'i Atabey'e karşı teşvik etmişlerdi. Fakat Oğuz-Türkmenlerin yardımını sağlayan Aybey, kendisine karşı harekete geçen Eyyûbî meliklerini Abbâse'de mağlup etmeğe muvaffak oldu. Fakat çok geçmeden, Aybey'in Kıpçak veya Harezmli kölesi, Saltanat Nâibi Kutuz, Muizzîler'le birlikte hareket ederek, Aybey'i bertaraf etti ve Bahriyeliler'in Mısır'a gelmelerini sağladı.
Bu suretle Bağdad'ı alıp Abbasî Hilâfetine son veren Moğollar'ın sebep oldukları siyasî buhran sırasında Muizzî ve Sâlihîler'in gayretleriyle iş başına geçen Kutuz (öl. 1260), Bahriyeliler'i kendi tarafına çektiği gibi, mühim bir mânevî nüfûz kazanarak, Gürcü ve Ermeni süvarileri tarafından desteklenen Moğollar'ı Ayn Câlût'ta müthiş bir hezimete uğrattı (1260). Memlûkler gibi İslâm âlemi için Ayn Câlût savaşının maddî ve manevî sonuçları büyük oldu.
Moğollar'ın Suriye'den sonra Mısır' da elde ederek, Franklar ile işbirliği yapmaları önlendiği gibi, yerli halkın Memlûkler'e karşı itimadı arttı, Mısır, Türkler sayesinde, İslâmiyetin ve Moğollar önünden kaçan halkın yegâne melcei (sığınağı) hâline geldi. Fakat, Kutuz'un da yeni bir Memlûk grubu kurması aleyhine oldu. Kendi soyundan Borlular'ın desteklerini sağlayan Baybars, Kutuz'u öldürüp (22 Ekim 1260) Bahriyeliler'in yeniden iş başına geçmelerini sağladı.
Kıpçak boylarından Borç-oğlu veya Borlu boyuna mensup olup Ayn Câlût'ta esas rolü oynayan Baybars et-Türkî (1233-1277), ilk iş olarak, Kutuz'un koymuş olduğu ağır vergileri kaldırdı, Bahriyeliler'e iktâlar verdi. Ayrıca irsî reislerinin emir ve idaresi altında yaşayan Türkmen boy ve uluslarını, küçük parçalara ayırarak, ayrı ayrı sahalara iskân etti (1264).
Bütün geçitler, dar boğazlar Türkmenler (sonradan: Halep ve Şam Türkmenleri) tarafından tutulduğu gibi, sahiller de diğer Türkmen gruplarının (Lübnan'da: Kesrivan Türkmenleri) kontroluna geçti. Baybars, el-Melikü's-Sâlih gibi Memlûk Devletini merkezîleştirmeğe çalışarak, idarî, askerî ve ticarî bakımdan büyük faydalar temin eden bir takım tedbirler aldı, yeni bir teşkilât kurdu, kendi ismine nispetle ez-Zâhirî adını alan ırkdaşlarından mürekkep yeni bir Memlûk grubu meydana getirdi.
Öte yandan Moğollar'ın istilâsında bulunan yerlerden gelmiş Türkler, Memlûk Sultanlığı'na ilticâ ederek, para ve zeâmet karşılığı askerî grupları teşkil ettiler. Bu suretle belli-başlı iktâlara sahip olmak suretiyle gitgide çoğalan Memlûk grupları, çok geçmeden, kendi beylerinin emrinde, devletin mukadderatına hâkim olmakta gecikmediler.
Baybars, bilhassa, Hıristiyanlar ile Ayn Câlût'un intikamını almak hevesinde olan Moğollar'ın müşterek bir hareketlerini göz önünde tutmuş, kuzeyde Küçük Ermenistan krallığı, sahillerdeki Franklar, Kıbrıs Krallığı, nihayet tâkip ettiği sünnî siyaset yüzünden Suriye ve Mısır'daki İsmâîlîler, Nuseyrîler gibi kuvvetli şiî unsurlarla savaşmak zorunda kalmıştır.
Baybars'ın ölümü üzerine (1277), yerine oğlu Berke, sonra da Sülemiş geçmiş ise de, bunları bertaraf eden Kıpçaklı Kalavun (öl. 1290), Moğollar ve Franklar'la savaşmış, Kastilya Kralı Alfons ve Sicilyalı Jacob ile bir nevi tedâfüî ittifak yapmıştır. Ayrıca Şamamûm emrindeki Nubyalılar ile de savaşan Kalavun, 1290'da Akkâ'yı fethe hazırlanırken vefât etmiştir.
Kalavun ve halefleri 1382'ye kadar beş nesil boyunca hüküm süren bir nevi saltanat-hânedânı kurmağa çalışmış ve bunda da muvaffak olmuştur. Ancak hânedânını devam ettirmek gayesiyle, el-Melikü's-Sâlih'i taklit ederek, Türk Memlûk gruplarının varlığına rağmen, ayrı cinsten olan Çerkesler'den yeni bir Memlûk grubu teşkil etmesi neticesinde, hânedânı bu Memlûklara istinad ettiği cihetle, Karadeniz limanlarında kurulmuş olan büyük pazarlardan, Venedik ve Ceneviz gemileri ile Mısır esir pazarlarına sevk edilen Çerkes memlûkları gittikçe çoğalarak zamanla Mısır'ın mukadderatını ellerine geçirdiler.
Kalavun'un on iki bin Memlûk arasında seçerek el-Mukaddem dağından derin bir hendek ile ayrılmış olan Kal'atu'l-Cebel (=dağ kalesi)'e yerleştirdiği üç bin yediyüz Âs ve Çerkes, kale burçlarına nispetle Burcîye Memlûkları (=el-Memâlîku'l-Burcîyye) adını aldı. Hemen ilâve edelim ki, Çerkesler'in gittikçe çoğalıp diğer Memlûklar'a üstünlük sağlamaları hususu, çok geçmeden Kalavun-oğulları'nın da dikkat nazarlarını çekti.
Filvâki, hükümdarlar yeni Memlûk grupları teşkil ederek muvazene tesisine muvaffak olmuşlarsa da, gerek bu grupların, gerekse yeni unsurlarla beslenmek suretiyle teşekkül eden Türkmen gruplarının Çerkesler'le mücadelesi Berkuk'un zamanına kadar devam etti. Büyük Türk hükümdarı el-Melîku'n-Nasır Mehemmed (1293-1341) üçüncü saltanatında Çerkes Memlûkların çoğalmaları meselesini ele aldı.
1315 senesinde tanzim ettirdiği Kadastro (Revku'n-Nâsırî)da mevcut on beş vilâyetin Çerkesleri'ni tespit ettirerek, kimliklerini araştırdı, sayılarını azalttı. Bunun üzerine Mısır ve Suriye'nin belli başlı önemli noktalarını ellerine geçirmeğe muvaffak olan Şam ve Halep Türkmenleri, Memlûk ümerâsı arasında yeniden mühim bir mevki elde etmeğe başladılar.
Nitekim, Mısır-Anadolu münasebetlerinin çok sıklaştığı bir devirde, Kosun, Şeyhûn, Altunbuğa, Aydoğmuş ve Mancak gibi Anadolulu emirler (=er-Rûmî), bu devir olaylarında önemli roller oynadıkları gibi, Türkçe de dinî ve hukukî sahalarda büyük bir önem kazandı. Mısır'a gelen bu Türk ümerânın teşkiline muvaffak oldukları Memlûk grupları, umûmiyetle, muhtelif Türk boy ve oymaklarına mensup Türkmenler'den teşekkül ediyordu, bunların Mısır'a gelmelerine de, el-Melîku'n-Nâsır Mehemmed'in Güney Anadolu beylikleri, bilhassa Karaman-oğulları ile yakın teması sebep olmuş idi.
Öte yandan el-Melîku'n-Nâsır'ın Deşt-i Kıpçak ile olan diplomatik münasebetleri, Altunordu hükümdarları üzerinde Müslümanlık bakımından mühim tesirler icrâ ettiğinden Kırimî, Sarâyî, Gülüstânî nisbelerini kullanan bu mıntıka halkından bir kısmı, Mısır'a gelerek, Memlûk Sultanlığı'nın hizmetine girmişlerdir. Melîku'n-Nâsır'ın batı hakkındaki bilgisi de gayet geniş idi. Nitekim, 1336'da Kahire'ye gelen Johannis de Mandeville, el-Melîku'n-Nâsır'ı görüp onunla mülâkat etmiş ve bu sultanın batı hakkındaki fikirlerini öğrenerek hayrete düşmüş idi.
Umûmiyetle Hanefi mezhebinde olup el-Melîku'n-Nâsır'a bağlı bulunan Suriye'nin seçkin Nâibleri (=Vali), bu hükümdarın vefâtını müteâkip (1341), oğullarının Memlûk Sultanlığı tahtına çıkmalarında mühim roller oynadılar, fakat Halep ve Şam Türkmenleri'ne istinad etmek suretiyle 1360'da Nâsır'ın oğlu Hasan'ı bertaraf eden Nâiblerden Yulbuga el-Umerî, saltanat nâibi olarak, Memlûk Sultanlığı'nın mukadderatına hâkim oldu, Aybey, Kutuz ve Kalavun'u taklid ederek, satın aldığı kölelerden Çerkesler'in ekseriyette bulunduğu yeni bir Memlûk grubu (=Yulbugâviye) teşkil etmekle mevkiini sağlamlaştırmak istedi. Bununla beraber, Türkmenler'e mensup emirler, Kalavunoğulları'nı da elde etmek suretiyle, bu yeni Memlûk grubu ile mücadeleye giriştiler, bunlardan biri olan Taybuga et-Tavil (uzun), bütün nüfuzu elinde toplayarak Yulbuga'yı öldürttü (1367). Yulbugâviyeler Suriye'ye sürüldü.
Kahire'deki malları müsadere edildi. Fakat, Memlûk Sultanı Şâban'ın bir süre sonra, Yulbugâviler'i Mısır'a çağırması, bunların yeniden çoğalarak nüfûzlarının artmasına ve çok geçmeden kendi şefleri Berkuk'un etrafında toplanmalarına sebep oldu.
İşte Yulbugâviyeler'in tabiî şeflerinden biri olan Berkuk, efendisi Yulbuga'yı taklid etmek suretiyle, satın aldığı kendi cinsi Çerkesler'den yeni bir Memlûk grubu teşkil etmeğe muvaffak oldu. Zâhirî Memlûkları (=Memâlîkü'z-Zâhiriyye) ismini alan bu Memlûk grubu, gittikçe çoğalarak, Mısır'daki Çerkes ekseriyetinin artmasına ve hâkimiyetin bunlara geçmesine sebep oldu.
Bu suretle Çerkesleri iş başına getirmeye muvaffak olan Berkuk, kara yollarının emniyetini ve ticâret kervanlarının sâlimen Mısır'a gelmelerini temin ettiğinden el-Kârimî tüccârlarının da desteği ile 1382'de saltanata geçti. fakat Mısır'ın mukadderatını ellerinde bulunduran Türk emirleriyle çarpışmak zorunda kaldı. Yulbuga en-Nâsırî ve Mintaş gibi Türk emirleri ile yaptığı savaşları kaybederek tahttan indi ise de, bu iki Türk emirinin aralarında zuhur eden rekabet yüzünden, 1390'da yeniden saltanata geçti.
Bununla beraber, Türk potası içinde eriyen Berkuk, iyi bir diplomat olarak, Timur' karşı Bayezid, Kadı Burhaneddin Ahmed ve Altun Ordu hükümdarı Toktamış Han ile anlaştı, Celâyirli hükümdarı Sultan Ahmed'i müdafaa etti. 20 Haziran 1399'da vuku bulan ölümü ile bütün bu ittifaklar dağıldı. XIV. yüzyıl Yakın-Doğu tarihinin mühim simalarından biri olup siyasî ve iktisadî buhranların iş başına getirdiği Berkuk, rakiplerinden Timur'un kuzeyde Toktamış, Bayezid'in batıda Macarlar ve Haçlılarla meşgul olduğu bir sırada, dahilî mücâdeleler ile yıpranan Memlûk Sultanlığı'nı merkeziyetçi bir devlet haline sokmuş, Osmanlılar tarafından da bazı hususları benimsenen Memlûk teşkilâtını bir kat daha kuvvetlendirmiştir. Fakat, Türk millî şuûruna yabancı olmadığı anlaşılan Berkûk'un bütün meziyetlerine rağmen, kendi cinsi olan Çerkesler'i iş başına getirmek maksadıyla, Türk emirlerine karşı giriştiği mücâdele, Memlûk Sultanlığı'nın âtisi için faydalı olmamış, Türk ve Çerkes rekabetinin doğurduğu ayrılık ise devleti temelinden sarsmıştır.
Esasen, Türkler'e üstünlük temin etmiş görünen Çerkesler, Memlûk Sultanlığı'nı lâyıkı veçhile, temsil edememişler, kendilerine yeni bir ufuk açmak gayretiyle Türkler'in teşkilâta müstenid hayatiyetine son veren Berkûk'un ölümü ile meydana çıkan yeni siyasî ve iktisadî buhranlar karşısında da âciz kalmışlardır. Nitekim, yerine geçen oğlu Ferec (öl. 1412) zamanında Osmanlılar, Güney Anadolu şehirlerini zapta başladıkları gibi, Şam Timur'un eline düşmüştür.
Şam'da öldürülen Ferec'den sonra memleket tamamen bir keşmekeş içinde kalmıştır (1412). Ferec'den sonra tahta geçen el-Melîkü'l-müeyyed (1412-1421) ve Tatar (1421) istisna edilecek olursa Memlûk Sultanlarının en büyüklerinden biri Baybars (1422-1438)'dır.
Baybars, bilhassa, kendi hakkında propaganda yapan Cânî Bey es-Sûfî ile uğraştı, 1424-26 seferleriyle Kıbrıs'ı zapt ettirerek, Kral Janus'u esir etti, yeni bir ticaret politikası takip ederek, bâzı maddeleri inhisarı altına aldı, fakat bu tedbirler, ticaretin sukutuna sebep olmuştur. Nitekim, bu yüzden Mısır ve Suriye şehirleri âdeta boşaldı. 1438'de hastalıktan ölen Baybars'dan sonra Memlûk tahtına çıkan Çakmak (öl. 1453), Aynal (1453-1461), Hoşkadem (1461-1467), Kayıtbay (1468-1495) nihayet Kansuh el-Gûrî (1501-1516), Osmanlılar'la rekabete girişmek, Dulkadır ve Ramazan-oğulları'nı himâye etmek, Kıbrıs ve Akkoyunlular'la münasebetlerde bulunmak suretiyle devirlerini tamamladılar.
Kansuh'un Osmanlılar'la ilişkisi dostane olmuştur. Fakat İran'la savaşta bulunan Yavuz Sultan Selim'e karşı Şiî Şah İsmail'i desteklemesi aleyhine oldu. Merci Dâbık'da yapılan savaşta (24 Ağustos 1516) atından yere yuvarlanarak öldü. Merci Dâbık savaşından sonra Mısır'a kaçabilen bir kısım Memlûk ümerâsının gayretiyle Tumanbay Memlûk Sultanı ilân edilmiş ise de (Kasım 1516), Ridaniye'de yapılan savaşı kaybetmiş, Memlûk ordugâhı Osmanlılar'ın eline geçmiştir (23 Ocak 1517). Tumanbay'ın ele geçirilip Kahire'nin Züveyle kapısında asılmasıyla, iki yüz altmış yedi senedir devam eden Memlûk Sultanlığı sona ermiştir (13 Nisan 1517).
Yavuz Sultan Selim Han, İstanbul'a avdetinden evvel Kahire'deki bazı hükümdar oğulları ile Halife III. el-Mütevekkil ale'llâh Muhammed ve akrabalarını, nüfûzlu âlim, şeyh ve beylerden bir kısmını, Mısır'ın sayılı mimar, mühendis, tüccâr ve sanat erbâbından bir haylisini, deniz yolu ile İstanbul'a göndermiştir. Bu arada, Memlûk Sultanlığı'nın tarihe ve teşkilâtına ait kitaplar da İstanbul'a sevkedilmiş, Kansuh el-Gûrî'nin oğlu Muhammed de payitahta gönderilmiştir.
Türkçe'nin XIV. yüzyılda birdenbire büyük bir inkişâfa mazhar olarak Suriye ve Mısır dahil bütün Orta-Doğu'ya yayıldığını, birçok müelliflerin, Arapça ve Farsça'nın yerine geçen bu dille yazdıklarını ve eserlerini Türk beylerine veya vâli ve hükümdarlara ithaf ettiklerini görüyoruz. Bilhassa, Mısır ve Suriye'ye hâkim olan Memlûklu Sultanı el-Melikü'z-Zâhir Seyfeddin Berkuk devrinde (1382-1399) Türkçe'nin gittikçe önem kazanması, hattâ hukukî (=kazâ) meselelerin bile bu dille konuşulması, çok dikkate şâyândır.
Nitekim, hukukî meselelerde Hanefî kadılarla Türkçe konuşan Berkuk, birçok eserin bu dile tercüme edilmesini emrettiği gibi, Memlûklu nâib (=vâli)leri de, kendi adlarına Türkçe eser yazdırmışlar veya tercüme ettirmişlerdir. Kemal-oğlu İsmail, 1387'de ilk Ferah-Nâme'yi Trablus-Şam Nâibi Mîr Gâzî namına, Berke Fakîh Kitâb İrşâdu'l-mülûk ve's-selâtin adlı eserini, Memlûk Nâibleri'nden Seyfeddin Becmân, Manzûme'sini de Altubuga el-Çobânî namına yazmıştır.
Öte yandan, Türkçe Yüz Hadîs'i yazan ed-Darîr, Vâkıdî'nin Futûhu'ş-Şam'ını 1393'de Halep Nâibi Çolpan namına tercüme etmiş, Tolu Bey'in isteği üzerine de Ok atmak ilmi hakkında Türkçe bir eser kaleme almıştır. Nihayet, Seyf Sarâyî de, Sa'dî'nin meşhur Gülistan'ını Memlûk emirinden biri namına Türkçe'ye tercüme ettiği gibi, baş-hassekî Demür Bey namına Münyetü'l-guzât adında Türkçe bir eser kaleme almış ve Kitâb baytaru'l-vâzıh Türkçeye tercüme edilmiştir. 1421'de Türkçe konuşulan Mısır'da fıkıh hakkında Türkçe bir kitap (Kitâb fi'l-fıkıh bi-lisâni't-Turkî) yazılmıştır.
XV. ve XVI. yüzyıllarda Türkçe, devletin resmî dili olarak mevcûdiyetini muhafaza etmiş, Kansuh Gûrî'ye kadar Memlûk Sultanları namlarına Türkçe eserler tercüme ettirdikleri gibi, bâzıları da, bizzat Türkçe eserler kaleme almış veya Osmanlı tarzında şiir yazmışlardır. Baybars, Aynî (öl. 1451)'nin Ikdu'l-Cumân adlı eserini Türkçe'ye çevirmişti. Hattâ Aynî, Arapça eserini Türkçe olarak Baybars'a okurdu. Kansuh da, Malatya vâlisi iken Osmanlı Türkçesi tarzında şiirler yazmış, II. Bayezid'e Türkçe mektuplar göndermiştir. Onun zamanında İbrahim Gülşenî Mısır'a giderek, Türkçe risâleler kaleme almıştır. Mısır ve Suriye'de konuşulan Türkçe son zamanlara kadar devam etmiştir.

TOLUNOĞULLARI

Mısır'da ve Suriye'de kurulan ve Abbasî hilafetine ismen bağlı ilk Müslüman-Türk devletidir. Devletin kurucusu Ahmed, bir Türk askeri idi. Babası Tulun (Tulun: Türkçe'deki dolun, yani dolun aydan gelir) yaklaşık 815-816'da Buhara valisi tarafından Bağdad'a gönderilmişti. Ahmed, Eylül 835'te Bağdad'da doğdu.
O çok iyi askerî ve dinî bir terbiye gördü ve tahsilini Tarsus'ta tamamladı. Daha sonra cesareti sayesinde Halife Mustain'in beğenisini kazandı. Üvey babası Bayıkbeg'in vekili olarak Mısır valiliği yaptı. Ahmed, 15 Eylül 868'de Fuslat'a ulaşmasıyla Tulunîlerin kuruluşu başlıyordu. Ondan önce de Mısır'da Türk valileri görev yapmış, bunlardan Muzâhim b. Hakan'ın devrinde buraya Türk askerleri gelmeye başlamış ve Mısır, Samarra'dan sonra Türklerin ikinci üssü olmuştu.
Ahmed bin Tulun'un Fuslat'a ulaşmasıyla Müslüman Mısır tarihinde yeni bir devir başlıyordu. Ancak o Mısır'da hakimiyeti ele geçirmek ve nüfuzunu bütün ülkeye yaymak istediği zaman bazı engeller ile karşılaştı. Ahmed'in karşılaştığı en büyük güçlük malî hususlarda oldu. Mısır'ın maliyesi bu sırada kuvvetli ve usta bir maliyeci olan Ahmed bin Müdebbir'in elinde idi ve o Ahmed bin Tulun'a muhalefete kalkışmıştı. Ahmed bin Tulun, İbn-i Müdebbir ile dört yıl süreyle yaptığı mücadeleyi kazanmaya ve onu Suriye'ye uzaklaştırmaya muvaffak oldu. Artık Ahmed Mısır'da malî bağımsızlığa da sahipti. Öte taraftan Bayık beg Haziran 870'te öldürülmüş ve Mısır ıkta'ı İbn Tulun'un kayınpederi Yarcuh el-Türkî'ye geçmişti. Yarcuh, damadı İbn Tulun'a Berka ve İskenderiye'nin idaresini de verdi. Böylece bütün Mısır onun hakimiyeti altına girdi.
Yine 870 yılında, Abbasî halifesi, el-Mu'temid oldu. El-Mu'temid tahta geçtikten biraz sonra idarî işlerinin büyük bir kısmını kardeşi el-Muvaffak'a bıraktı. Abbasî halifesi daha sonra 20 Temmuz 875'te oğlu Cafer'i el-Muvaffız'' lakabıyla veliahd tayin etmiş ve batı eyaletlerinin valiliğini ona vermişti. Ondan sonra el-Muvaffak'ı da ikinci veliahdlığa ve doğu eyaletlerinin valiliğine tayin etti. Böylece Mısır, Cafer'in hakimiyeti sahasına giriyordu. Ancak Ahmed b. Tulun, Mısır'da hüküm sürmekte olduğundan burada gerek halîfenin ve gerekse oğlunun sözü geçmemekte idi. El-Muvaffak ise usta idareciliği ve kabiliyeti sayesinde kısa zamanda devlette hakikî hükümdar durumuna gelmişti ve onu Ahmed b. Tulun ile çatışması kaçınılmazdı.
Ahmed b. Tulun, ise bu olaylar olurken Bağdad'a gidecek olan haracı muntazam bir şekilde azaltarak ve sınırlandırarak büyük bir servet toplamıştı. Aynı zamanda o çeşitli fırsatlardan yararlanarak Türk ve Sudanlı esirlerden iyi talim görmüş tam teçhizatlı bir ordu meydana getirdi. Saltanat naibi el-Muvaffak ile Ahmed bin Tulun arasındaki çatışma, el-Muvaffak'ın doğudaki zenci isyanları ve Saftarîler ile uğraşması sebebiyle patlak verdi. El-Muvaffak, kendi hakimiyeti sahasında olmamasına rağmen, bu sırada Mısır hazinesini de kendi imkânları için kullanmak istedi ve İbn Tulun'a elçi göndererek para istedi.
Öte taraftan Halife Mu'temid kardeşi el-Muvaffak'tan korkarak bizzat Ahmed'e mektup yazmış, istenilen paranın kendisine gönderilmesini istemişti. Buna rağmen Ahmed b. Tulun, el-Muvaffak'a 1.200.000 dinar göndererek onunla uzlaşmayı tercih etti. Ancak Muvaffak bu parayı yetersiz bularak daha fazlasını istedi. Ahmed'in bu isteği sert bir şekilde reddetmesi, aradaki anlaşmazlığı şiddetlendirdi. El-Muvaffak bu durumda onu azletmeye karar verdi ve yerine Suriye valisi Amacur'u tayin etti. Fakat bu karar tatbik edilemedi. Amacur el-Türkî 877/878 yılında öldüğü zaman Ahmed b. Tulun kolayca Suriye'yi ele geçiriyordu.
Ancak onun bu zafer sevinci Mısır'da vekil olarak bıraktığı oğlu Abbas'ın isyanıyla yarıda kalmıştı. Abbas, 879 tarihinde Mısır'ı terketmiş ve Berberîleri para kuvvetiyle elde ederek yeni bir devlet kurmak istemişti. Ahmed b. Tulun Mısır'a dönerek bu isyanı bastırdı, artık o Mısır ve Suriye'nin hakimi idi, paralar üzerine Halifeden sonra kendi adını da bastırmıştı. Ahmed b. Tulun ile el-Muvaffak arasında düşmanlık 882'de Tulunîlerin Suriye valisi Lu'lu'nun el-Muvaffak tarafına geçmesiyle son haddine ulaştı. Ahmed, buna karşılık olmak üzere Muvaffak'ın baskısı altında bulunan Halife Mu'temid'i yanına gelmesi için ısrarla davet etti. O belki de Halifenin gelmesiyle saltanat naibliğini ele geçirerek kendi devletini bütün Abbasî imparatorluğu'nun merkezi yapmayı ümid ediyordu.
Neticede Halife, Ahmed b. Tulun'un yanına gitmeye karar vererek Samarra'dan harekete geçti (882 Kasım ayı sonları). Ancak o Musul'a ulaştığı zaman el-Muvaffak'ın emriyle İshak bin Kundacık tarafından Samerra'ya dönmeye mecbur edildi. El-Muvaffak bununla da yetinmedi, Halife'yi İshak b. Kundacık'ı Mısır ve Suriye valisi tayin etmesi için zorladı. Ancak bu tayin hiç bir netice vermedi. Buna karşılık Ahmed de kendisine katılan fakihlerin fetvasıyla Şam'da el-Muvaffak'ın azlini ilan etti. Daha sonra gerek Ahmed ve gerekse el-Muvaffak hakim oldukları ülkelerin minberlerinde birbirlerine lanetler yağdırmakla yetindiler. Nihayet bir süre sonra iki taraf arasında barış görüşmelerinin başladığı sırada, Ahmed b. Tulun kuzey Suriye'ye tertiplediği bir seferde hastalanarak öldü (10 Mayıs 884).
Ahmed b. Tulun'un yerine yirmi yaşındaki oğlu Humareveyh geçti. Büyük oğlu Abbas buna itiraz etti ise de öldürüldü. Öte taraftan Humareveyh'in başa geçmesi, Abbasîler ile Tulunîler arasında yapılan barış görüşmelerinin sona ermesine sebep oldu. Bu sırada daha önce Mısır ve Suriye valisi tayin edilmiş olan İshak b. Kundacık ve Saracoğullarından Diyar-ı Mudar valisi Muhammed el-Afşin birleşmişler ve Humâreveyh'in tecrübesizliğinden yararlanarak onun hakimiyeti altındaki toprakları ele geçirmek için hazırlıklara başlamışlardı. Ayrıca onlar el-Muvaffak'a da müracaat ederek yardımcı kuvvet istediler.
El-Muvaffak bu teklifi siyasetine uygun bularak kabul ve onlara Dımaşk üzerine yürümelerini emretti. Bu emri alan iki kumandan harekete geçerek Haleb, Hıms, Antakya'ya hâkim oldular. Tulunîlerin Dımaşk'daki naibi de onlara iltihak etmiş, sadece Şeyzer şehri Humâreveyh'e bağlılığını sürdürmüştü. Humâreveyh Suriye'deki bu olayları haber aldığı zaman hemen bir ordu gönderdi ise de bu ordu Dımaşk'a hakim oldu ve kışın yaklaşmasıyla bir netice alamadı. Öte taraftan el-Muvaffak da oğlu Ahmed'i iki kumandanla birleşmesi için Suriye'ye göndermişti.
Mısır ordusu bu müttefik kuvvetler karşısında başarılı olamayarak Remle'ye çekilirken Ahmed, Ocak-Şubat 885 tarihinde Dımaşk'a giriyordu. Bu olaylar Humâreveyh'in Mısır'dan bizzat harekete geçmesini gerekli kılmış ve Remle'de beklemeye başlamıştı. Bu sırada İshak ve Muhammed bir anlaşmazlık sebebiyle Ahmed'den ayrıldılar. Bu durumda ordusu oldukça zayıflayan Ahmed ile Humâreveyh, Dımaşk-Remle arasında el-Tavvâhin denilen yerde karşılaştılar (Şubat-Mart 885). Humâreveyh gençliği ve tecrübesizliği sebebiyle daha başlangıçta savaş meydanını terketti.
Abbasî ordusu bu durumda Mısır ordugâhını yağmalamaya başladı. Ancak Humareveyh'in çekildiğinden haberi olmayan Mısır ordusundan Sa'd el-Aysar pusuda bulunan birlikleriyle Ahmed'in kuvvetlerine saldırdı. Bu kez kaçma sırası Ahmed de idi, geride ağır kayıplar ve esirler bırakarak savaş meydanını terketti. Humareveyh bundan sonra Suriye, Sugur(uc) şehirleri ve Musul'a hakim oldu. El-Muvaffak, el-Tavvahîn yenilgisiyle artık Mısır'a sahip olamayacağını anlamıştı. Bu nedenle Humareveyh ile bir barış yapmak zorunda kaldı. İki taraf arasındaki barışa göre (886), Humareveyh, Mısır, Suriye ve Anadolu hudud bölgelerinde otuz yıl süreyle vali olarak tanınıyordu. Buna karşılık o yılda 300.000 dinar vergi ödeyecekti. Ancak bu miktar daha önce Ahmed b. Tulun tarafından sadece Mısır için ödenmişti.
Öte taraftan İshak b. Kundacık ile Muhammed el-Afşin arasındaki iyi münasebetler bozulmuş, bu iki kumandan birbirlerinin topraklarına göz dikmişlerdi. Muhammed el-Afşin, Humareveyh'e yanaşarak onunla birleşti. Ancak bu ittifak bir yıl kadar sürmüştü. İshak, Humareveyh ile anlaşmanın kendisi için daha yararlı olduğunu anlamış ve bunu da gerçekleştirmişti. Buna mukabil Muhammed el-Afşin Dımaşk'ı zaptetmek için harekete geçti. Humâreveyh ile Muhammed'in orduları Dımaşk yakınında Senîyet el-U'kab mevkiinde karşılaştı (Mayıs-Haziran 888).
Savaşı Mısır ordusu kazandı. Muhammed kaçmayı tercih etti. Humareveyh onun peşinden İshak b. Kundacık'ı gönderdi. Neticede Muhammed el-Afşin bu iki müttefike karşı koyamayacağını anlamış ve Bağdad'a el-Muvaffak'ın yanına gitmek zorunda kalmıştı (Temmuz 889).
Daha sonra el-Mu'temid Ekim 892'de öldü ve yerine el-Muvaffak'ın oğlu Ahmed, el-Mu'tezid lakabıyla halife oldu. Mu'tezid de Humareveyh'in görevinde kalmasını tasdik etti. Böylece Tulunîler ile Abbasîler arasındaki münasebetlerde dostça gelişmeler görüldü. Nitekim Hümareveyh'in Katr el-Nadâ namıyla meşhur kızı Esmâ, Halife Mu'tezid ile evlendi. Humâreveyh yaşadığı süre içinde harcamalarda müsrif davranmış ve bu devletin malî durumunu çok sarsmıştı. O Suriye'ye yaptığı bir sefer sırasında köleleri tarafından takriben otuz iki yaşında iken öldürüldü (8 Ocak 896). Onun genç yaşta öldürülmesi öldürülmesi Tulunîler Devleti ve Mısır için büyük bir talihsizlikti.
Mu'tezid'in yerine daha sağlığında veliahd tayin ettiği oğlu Ebü'l-Asakir Ceyş geçmişti. Ancak o henüz ondört yaşında tecrübesiz bir gençti, etrafındaki kötü niyetli kimselerin etkisiyle tecrübeli emir ve kumandanlara karşı harekete geçti. Onun bu davranışı gerek hükümdarlık gerekse hayat süresinin kısa olmasına sebep oldu. Neticede ayaklanan kumandanlar onu azlederek öldürdüler (25 Temmuz 896). Ceyş'in yerine aynı derecede ehliyetsiz ve tecrübesiz kardeşi Harun geçirildi.
Tulunî hanedanının son yılları idarede iktidarsızlık, entrikalar ve Abbasîlerin gittikçe artan bir şekilde Mısır'a müdahalesiyle geçmişti. 899 yılında Halife Mu'tezid ile yeni bir anlaşma yapıldı. Bu üçüncü anlaşmayla Tulunîlerin idaresindeki ülkelerin sayısı azalıyor ve Abbasîlere verdikleri vergi 450.000 dinara çıkarılıyordu. Öte taraftan Karmatîlerin Suriye'deki isyanları yalnız Tulunîler için değil Abbasîler için de tehlikeli olmaya başlamıştı.
Bu sırada Halife Mu'tezid ölmüş (902) ve yerine oğlu el-Muktefî geçmişti. Halîfe Muktefî, Suriye'ye Muhammed b. Süleyman idaresinde bir ordu gönderdi. Neticede Abbasî ordusu Karmatîler'i müthiş bir mağlubiyete uğrattı (903). Bu seferden sonra Muhammed b. Süleyman Abbasî orduları başkumandanı tayin edilerek Mısır meselesini neticelendirmekle görevlendirildi. Muhammed b. Süleyman karadan ve denizden Mısır'a hücum etti. Bu sırada Harun, kesin olarak sebebi anlaşılamayan bir şekilde öldürüldü (31 Aralık 904). Ona amcası Şeyban Halef oldu.
Şeyban, Tulunî kuvvetlerini müdafaa için bir düzene sokmaya çalıştı ise de artık çok geçti. Nihayet Muhammed b. Süleyman Mısır kapılarına dayandı. Şeyban teslim olmak teklifini kabul ederek aile fertleriyle Muhammed b. Süleyman'a sığındı. Tulunî ordusundan bir kısmı durumdan habersiz olarak mücadele ettilerse de bu mukavemeti hayatlarıyla ödediler. Muhammed b. Süleyman bundan sonra 12 Ocak 905'te Fustat'a girdi. Böylece Tulunî Devleti sona erdi ve ailenin geride kalan fertleri zincire vurularak Bağdad'a götürüldü.
Tulunîler zamanında Mısır yeniden bir canlanma, ilerleme ve refah devri yaşamıştı. Bu devlet, temelde kuvvetli bir orduya ve ülkenin iktisadî bakımdan kalkınmasına dayanmıştı. Ayrıca ticaret de fevkalâde gelişmişti.
Nitekim Ahmed b. Tulun bu sebeple Afrika'nın Mısır ve Suriye üzerinden geçen ticaret yollarının kontrolünü elinde tutmak istiyordu. Mısır'da Tulunîler ile beraber bir saray teşkilatı kurulmuş ve bu Abbasîleri de geride bırakacak şekilde bir gelişme göstermişti. Öte taraftan Ahmed b. Tulun halk hizmetlerine yarayacak muazzam imar faaliyetlerinde bulundu. Kataî adı verilen yeni bir şehir kurdu.
Burada bir saray ve kendi ismiyle anılan büyük bir camii ve Dar el-İmare (hükümet konağı) yaptırmıştı. Ayrıca 837 yılında bir hastane (mâristan) ve bugün hâlâ duran bir su kemeri inşa ettirmişti. İbn Tulun'un en büyük eseri olan camii, 876-879 yılları arasında tamamlanmış olup bugün de varlığını sürdürmektedir. Oğlu Humareveyh de Kataî şehrini genişletmiş ve burada bahçeler ve havuzlar yaptırmıştı.
Ahmed b. Tulun edebiyat ve musıkiye de meraklı olup Türkçe şiirler yazmıştı. Humareveyh de âlim ve şairleri himâye etmesiyle ün kazanmıştı. Nitekim gramerci Muhammed b. Abdullah (öl. 944) onun himâyesinde ve aynı zamanda oğullarının hocası idi. El-Kasım b. Yahya el-Meryemî (öl. 929) de Humavereyh'in savaşlardaki zaferlerini kutlamak için kasideler yazmıştı.

İHŞİDLER

Mısır ve Suriye'de hüküm süren ikinci Türk hanedanıdır. Kurucusu Muhammed b. Tuğç 882'de Bağdad'da doğdu. Babası Tulunîlerin hizmetinde görev almış, Şam ve Taberiyye valiliği yapmıştı. Bu bakımdan Muhammed devlet idaresi içinde yetişmiş hatta bir süre Taberiyye'den babasına vekâlet etmişti. Muhammed Tulunîlerin yıkılmasından sonra Abbasi Devleti hizmetinde çalıştı.
Bu sırada bazan Mısır'da bazan Suriye'de görev yaptı. O devlet kademelerinde yavaş yavaş yükselmiş ve 933 yılında nüfuzunu bütün Suriye üzerinde yaymıştı, ancak Mısır'a da sahip olmak istiyordu. Öte taraftan Tulunîlerin yıkılmasından sonra Mısır'da ortaya çıkan meseleler burada kuvvetli bir hükümete ihtiyaç gösteriyordu. Mısır, şimdi doğuda ve batıda İslam dünyasının liderliği için çekişen iki devletin ortasında idi. Bağdat'taki Abbasî hükümeti Mısır'da kuvvetli ve kendine güvenen bir devletin bulunmasını uygun görüyordu.
Çünkü Mısır'da hüküm sürecek kuvvetli bir devlet batıdan Fatımîlerin ilerlemesine karşı bir engel olacak ve daha sonra Suriye'de yeni ortaya çıkan Bedevî hanedanlar üzerinde kontrolü elinde tutacaktı. Bu ortamdan faydalanmasını bilen Muhammed b. Tugç, Mısır ve Suriye vergi mütesellimi (müfettişi) el-Fazl b.Cafer el-Furat'tan da kendisine destek buldu. O Suriye'ye ilave olarak Mısır valisi tayin edildi. Nitekim kuvvetli bir ordu ve donanma sayesinde Fustat'a girdi (935).
Böylece Ihşidî Devleti'nin temellerini atarak Mısır'ır karışık durumunu yoluna koydu. Bu arada Ahmed b. Tulun gibi o da kuvvetli bir maliyeci Ebû Bekir Muhammed el-Madârâî ile uğraşmak zorunda kaldı. Ancak Muhammed, mukavemetini kırdığı el-Madarâî'yi hizmetine aldı ve böylece iktisadî meselelerde kendisine kabiliyetli ve etkili bir yardımcı buldu.
Muhammed b. Tuğç'un Abbasî Devleti'yle münasebetleri dostâne idi. Halife Râzî'den Ihşid ünvanını aldı (939) ve kurmuş olduğu devlet İhşidîler adıyla anıldı. İhşid, prens veya hükümdar anlamında Farsça bir ünvandır ve Soğd ile Fergana'nın İranlı hükümdarları tarafından kullanılmıştır.
Muhammed b. Tuğç, çok geçmeden idaresi altındaki eyaletlerden Suriye'yi Abbasî Devleti'nin kudretli emirlerinden Muhammed b. Raika'ya karşı müdafaa etmek zorunda kaldı. İbn-i Râik süratle Suriye'yi ele geçirip Remle'yi almıştı (939). Muhammed b. Tuğç'un öncü kuvvetleriyle yapılan bir çarpışmadan sonra iki taraf anlaştılar. Buna göre Remle ve havalisi kendisine bırakılmak suretiyle Suriye, Taberiyye'den kuzeye kadar İbn Raik'e veriliyordu. Ancak ertesi yıl İbn Raik tekrar harekete geçti.
Muhammed b. Tuğç, el-Ariş'te onu bozguna uğrattı ise de (24 Haziran 940), Laccûn'da baskına uğrayarak mağlup oldu (18 Ağustos 940). Neticede ilk seferki şartlarda yeniden barış yapıldı. Ancak Muhammed ilave olarak İbn Raik'e her yıl 140.000 dinar vermeyi kabul etmişti. İbn Raik'in 942'de Hamdanîler tarafından öldürülmesiyle Muhammed b. Tuğç rahat bir nefes aldı ve bizzat Suriye seferine çıkarak bu ülkede altı ay kaldı. Bu kez ona Suriye'de Hamdanîler rakip olmuştu.
Muhammed, bundan sonra emîr el-ümeralık mevkiini elde etmek için çıkan mücadeleye katıldı ve bu maksatla Rakka'da Halife el-Muttekî ile buluştu (944). Fakat sonra emir el-ümerâ olmak düşüncesinden vazgeçerek Mısır'a döndü. Çok geçmeden Hamdanîlerden Seyf ed-Devle ile mücadeleye başladı. Seyf ed-Devle önce Haleb'i (944), sonra da Şam'ı ele geçirdi (945). Muhammed b. Tuğç Kınnesrîn'de onu yendi fakat kolay yerine getirebilecek barış şartları öne sürdü.
Neticede iki taraf arasında bir barış yapıldı (Ekim-Kasım 945). Buna göre Seyf ed-Devle Suriye'nin kuzey taraflarını muhafaza ve ayrıca bir tahsisat elde edebiliyordu. Muhammed b. Tuğç bu barıştan sonra Şam'a döndü ve orada öldü (24 Haziran 946).
Muhammed b. Tuğç'un ölümünden sonra yerine oğullarından ikisi geçti ise de bunlar sadece birer kukla hükümdar idi. Ihşidîler Devleti'nde asıl iktidar, onun ölümünden biraz önce çocuklar için saltanat naibi olarak tayin ettiği, Nubyalı kölesi Kâfur'un eline geçmişti. Muhammed b. Tuğç'a önce Unucur (? On Uygur) halef oldu. Unucur bir süre sonra arkadaşlarının tahrikine kapılarak Kâfûr'un vesayeti altından kurtulmak istedi ve bu maksatla Remle'ye gitti (954).
Ancak, o bu düşüncesini yerine getiremedi. Son anda annesi ve Kâfur onu yatıştırmaya muvaffak oldular. Unucur'un ölümünden sonra yerine kardeşi Ali geçti (961). Kâfur naiblik görevini muhafaza ediyordu. Bu devirde Suriye tekrar Mısır'ın nüfuzu altına girmişti. Ali'nin 966'da ölümünden sonra Kâfur kendisini Mısır'ın tek hâkimi olarak ilan etti. Bu durum Abbasî Halifesi el-Muti tarafından da tasdik edildi.
Kâfûr'un tek başına hükümeti uzun sürmemiş ve 968'de ölmüştü. Kâfur, naibliği dahil, hüküm sürdüğü devrede Kuzey Afrika kıyıları boyunca ilerleyen Fatımî yayılmasını durdurmuş, Suriye'yi Hamdanîlere karşı başarı ile müdafaa etmişti. Ayrıca onun zenginliği de dillere destan olmuştu. Kâfur'un ölümünden sonra Ali'nin oğlu Ahmed başa geçtiyse de onun zayıf idaresi çok kısa sürdü ve Fatımîler Mısır'ı işgal ederek Ihşidî Devleti'ne son verdiler (969).
Ihşidî hükümdarları da âlim ve sanatkârların hâmisi olmuşlardı. Tarihçilerden İbn el-Dâye, el-Kindî, Abdullah el-Ferganî ile şair Mütenebbi himâye görmüş meşhur şahsiyetlerdi. Ayrıca Ihşidîler mimarî bakımdan da pek parlak olmamakla beraber faaliyet göstermişlerdi. Muhammed b. Tuğç, Ravza adasında Muhtar'' adı verilen bir bahçe, hükümet binası (dar el-imare) yaptırmıştı. Kâfûr ise saraylar, iki cami, bir hastane ve başkentte Kâfûriyye bahçeleri inşa ettirmişti.

SAFEVİLER

İran'da bir tarikat ve devlet kurmuş olan Türk hanedanı.
Hanedan, adını, Safeviye tarikatı şeyhi Safiyyüddin Erdebilî'den aldı. Şeyh Safiyyüddin ölünce, yerine oğlu Şeyh Sadreddin Musa (şeyhliği: 1334-1392) şeyh oldu. Onun döneminde Safevîlerin manevî nüfuzu arttı. O ölünce, yerine oğlu Hoca Alâüddin Ali (şeyhliği: 1347-1429) tarikatın başına geçti. İlk Osmanlı padişahları, bu tarikatın şeyhlerine, çerağ akçesi'' adıyla hediye gönderirdi. Hoca Alâüddin Ali'ye kadar Sünnî olan bu tarikat, Hazret-i Ali'nin soyundan gelen İsnâaşeriye (oniki imam) taraftarı olduklarını iddia edenleri kazanmak amacıyla Şiî oldu. Hoca Alâüddin Ali'nin, Timur Han üzerinde büyük nüfuzu vardı. Timur Han, Hoca Ali'ye Erdebil ve köylerini verdi. Bu durum, Anadolu'daki Batınî zümreleri arasında, kendisine çok sayıda taraftar sağladı. Timur Han'ın Anadolu'dan İran'a götürdüğü Türkmenler, Hoca Ali'nin şefaatiyle Erdebil'e yerleştiler ve onun müritleri oldular. Bunlardan bir kısmı, Anadolu'ya dönerek, şeyhlerinin propagandasını yapmağa başladılar. Tarikat merkeziyle uzak yerlerdeki müritler arasında, halife denilen aracılar vardı.
Hoca Ali'nin ölümünden sonra yerine oğlu Şeyh İbrahim (şeyhliği: 1429-1447), o ölünce yerine oğlu Şeyh Cüneyd (şeyhliği: 1447-1460) geçti. Tarikat şeyhleri, Şeyh Cüneyd'den sonra, siyasî amaçlar peşinde koşmağa başladılar. Cüneyd, şeyhliği şahlığa çevirmek için çalıştı. Şiîliği bütünüyle benimsedi. Amcası Cafer ile arası açıldı. Babasının müritlerini etrafına topladı. Azerbaycan, Doğu Anadolu ve İran'ın öteki bölgelerine müritler gönderdi, yer yer isyanlar çıkardı. Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah, bu isyanlar yüzünde onu sınır dışı etti. Cüneyd de Anadolu'daki Alevîler arasında çalışmak için II. Murad Han'a başvurdu, fakat isteği kabul edilmedi. Karaman'a sığındı. Amacı anlaşıldığından burada da tutunamadı. İçel bölgesinde, Güneydoğu Anadolu'da, Kuzey Suriye'de bulunan Türkmen aşiretleri (özellikle Varsaklar arasında) propagandaya girişti. Bir emîrlik kurmak istedi. Memlûk sultanlığının işe karışmasıyla başarılı olamadı. Trabzon Rum devletini ortadan kaldırıp, bu devletin toprakları üzerinde yeni bir devlet kurarak amacını gerçekleştirmek istediyse de başaramadı. Bundan sonra, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitti. Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah'a karşı, Cüneyd'in taraftarlarından yararlanmak isteyen Uzun Hasan, kızkardeşi Âlemşah Hatun'u onunla evlendirdi (1458). Şeyh Cüneyd, bundan sonra, Erdebil'e döndü. Müritleriyle, Gürcü ve Çerkes ülkelerine akınlar yaptı. Kuzey Azerbaycan ve Dağıstan'a hakim olan Şirvan hükümdarı Halil ile yaptığı savaşta öldürüldü (1460).
Şeyh Cüneyd'in yerine oğlu Şeyh Haydar (şeyhliği: 1460-1488) geçti. Babasının yarıda kalan çalışmalarını, Uzun Hasan'ın kızkardeşinden doğan Haydar sürdürdü. Dayısı Uzun Hasan'ın kızıyla evlenerek, durumunu kuvvetlendirdi. Müritlerine, oniki imamı ifade eden 12 dilimli kızıl taç giydirdi, sarık sardırdı. Bu yüzden tarikatının mensuplarına Kızılbaş veya Haydarî denildi. Haydar, babasının intikamını almak üzere, Şirvan hükümdarı Ferruh Yesâr'ın üzerine yürüdü, fakat savaş meydanında öldü (1488). Bundan sonra, Şeyh ailesi hakkında takibata başlandı. Uzun Hasan'ın oğlu Sultan Yakub, Şeyh Haydar'ın oğullarını Fars eyaletinde İstahr kalesine hapsetti. Sultan Yakub, 1490'da ölünce, Akkoyunlu ailesi arasındaki saltanat mücadelesinde, Safevîler'in nüfuzundan yararlanmak isteyen Akkoyunlu hükümdarı Rüstem Bey, Şeyh Haydar'ın İstahr kalesinde tutuklu bulunan oğullarını serbest bıraktı ve Erdebil'e yerleşmelerine izin verdi.
Bundan sonra, Şeyh Haydar'ın oğlu Ali (şeyliği: 1488-1494) şeyh oldu. Şeyh Ali'nin döneminde, Safevî ailesinin Akkoyunlular üzerindeki nüfuzu arttı. Şeyh Ali, müritleriyle birlikte Tebriz'den ayrıldı, fakat onun çevresinde toplananların çokluğu, Rüstem'i kuşkulandırdı. Şeyh Ali'yi geri çevirmek için kuvvetler gönderdi. Meydana gelen çatışmada Şeyh Ali öldü (1494).
Şeyh Ali ölünce, tarikatın müritleri, Şeyh Haydar'ın diğer oğlu (Şeyh Ali'nin kardeşi) İsmail'i (1487-1524), Geylân'da Lâhican kalesine sakladılar. İsmail, Akkoyunlu hükümdarı Rüstem'in öldürülmesinden sonra, 13 yaşında olduğu halde, büyükbabası Uzun Hasan'ın bıraktığı devletin başına geçmek için, gizlendiği Lâhican'dan ayrıldı (1499). Safevî ailesine bağlılıkları bilinen ve çoğu Anadolu'da oturan Ustaclu, Şumlu, Rumlu, Musullu, Hindli, Bayburtlu, Tekeli, Çapanlı, Karamanlı, Dulkadırlı, Varsak, Avşar, Kaçar gibi Türk boylarını çevresine topladı. Arrân'ın ve Şirvan'ın bir kısmını ele geçirdi. Azerbaycan üstüne yürüdü, Akkoyunlu Elvend Mirzâ'yı Nahcivan'da yendi. Mirzâ, Diyarbakır'a kaçtı, İsmail de Tebriz'e döndü. Bu şehri, Safevîlerin ilk başkenti yaptı ve saltanat tacını giydi (1501). Şah İsmail, bundan sonra, Irak-ı Arab ve Fars hükümdarı Murad Bey'i Hemedan'da yendi (1503). Şiraz ve Bağdad'ı aldı (1504). Akkoyunlu soyundan olanları öldürttü. Kurtulanlar, Dulkadırlılara, Mısır'a ve Osmanlılara sığındılar. Şah İsmail, Fars ve Irak hükümdarı Murad Bey'in, Dulkadırlı Alâüddevle'ye sığınması üzerine, Elbistan'a yürüdü. Alâüddevle, Turna dağına çekildi. Şah İsmail, Harput ve Diyarbakır'ı aldı (1507). Saltanatını güçlendiren İsmail, Şiîliğe aşırı derecede bağlandı. Sünnî mezheplere karşı şiddet kullandı. Camilerde ilk üç halifenin (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman) lânetlenmesini emretti. Komşu devletlerde, özellikle taraftarlarının çok olduğu Anadolu'da Şiî propagandasına girişti. Özbek hanı Şeyhânî'nin üstüne yürüdü. Merv'de yapılan savaşı kazandı, Özbek hanı öldü. İsmail, bundan sonra, batıda Osmanlılar ve Memlûklara karşı faaliyete geçti. Anadolu'ya gönderdiği halifeler ve kurdurduğu hânkâhlarla Osmanlı Devletine karşı büyük bir isyan hazırladı. Şiî propagandasını, etkili şekilde geliştirdi. II. Bayezid Han'ın yaşlı olması, devlet adamlarının kayıtsızlığı ve Osmanlı şehzadeleri arasındaki saltanat mücadelesi, İsmail'in faaliyetlerini kolaylaştırdı. Nur Ali Halife, Avşar, Varsak, Karamanlı, Turgutlu, Bozoklu, Tekeli ve Hamidelli gibi aşiretlerden büyük kuvvet topladı, Osmanlı ordusunu yendi. Şahkulu Baba Tekeli (Karabıyıklıoğlu veya Şeytankulu) adlı halifesi büyük bir isyan çıkardı (1511). Tekeli'de (Antalya yöresi) çıkan bu isyanı, Karagöz Ahmed Paşa, Şehzade Ahmed ve Haydar Paşa bastıramadı. Sadrazam Hadım Ali Paşa, Gedikhanı'nda Şahkulu'nu yendiyse de savaşta öldü. I. Selim Han (Yavuz), tahta geçtikten sonra, Anadolu'daki Şiîlerin çoğunu öldürttü, sonra da İran seferine çıktı. Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim Han, 1 Ağustos 1514'te Çaldıran'da karşılaştılar. Yapılan savaş, Şah İsmail'in yenilgisiyle sonuçlandı, Selim Han, Tebriz'e geldi. Azerbaycan, Diyarbakır ve Doğu Anadolu, Osmanlı ülkesine katıldı.
Şah İsmail'in ölümü üzerine, yerine oğlu Şah Tahmasb (1514-1576) 12 yaşında tahta geçti. Şah Tahmasb büyüyünceye kadar, İran'ı aşiret reisleri yönetti, merkezî idare sarsıldı. Her aşiret, kendi bölgesinde bağımsız hareket etmeğe başladı. Tekeli oymağı gibi isyan edenler ve yenilince Osmanlı idaresine geçenler oldu, fakat Anadolu'daki Şiîlerle Safevîlerin manevî bağları kesilmedi. Tahmasb, Osmanlılara karşı, babasının düşmanca siyasetini sürdürdü. Karl V ve Ferdinand'a, Osmanlılara karşı ittifak teklif etti. Kanunî Sultan Süleyman Han, 1533'te Irâkeyn, 1548'de Tebriz, 1553'te Nahcivan seferlerine çıktı. Azerbaycan, Irâk-ı Arab ve Irâk-ı Acem bölgeleriyle Tebriz, Bağdad ve Basra Osmanlıların eline geçti. İki devlet arasında yapılan Amasya antlaşmasıyla (1555) başlayan barış devri, Şah Tahmasb'ın ölümüne kadar devam etti (1576).
Tahmasb'ın yerine oğlu II. İsmail geçti (hükümdarlığı: 176-1577). Tahmasb'ın ölümünden sonra İran'da meydana gelen taht kavgaları sonunda, Osmanlılarla İran arasındaki barış bozuldu. İkinci Şah İsmail, Anadolu'daki Alevîleri ve Osmanlı Devletine bağlı bazı sınır beylerini kendi tarafına çekti. II. İsmail'den sonra, kardeşi Mehmed Hüdabende tahta çıktı ve devletin yönetimini oğulları Abbas Mirza ve Haydar Hamza Mirza'ya bıraktı. Bu dönemde Osmanlı-İran savaşları başladı. I. Şah Abbas (hükümdarlığı: 1587-1629) zamanında Osmanlı-İran savaşları sona erdi. Büyük unvanıyla anılan I. Abbas, tahta geçtikten sonra, ülkesinin askerî ve idarî teşkilatını yeniden düzenledi. Başkaldıran emîrlerin isyanını bastırdı. Özbekleri Horasan'dan uzaklaştırdı. Osmanlı baskısı karşısında, devlet merkezini Kazvin'den Isfahan'a götürdü. Bir hâssa ordusu (Şahsevenler) kurdu. Osmanlılar aleyhinde Fransa, İngiltere, Lehistan ve papaya elçiler gönderdi. Ticaret ve sanatları geliştirdi. Yeni başkent Isfahan büyüdü. I. Abbas, Osmanlılara geçen İran topraklarını geri almak için savaş açtı. Savaşlar, Nasuh Paşa antlaşmasıyla sona erdi. Safevîlerin en parlak devri, Şah Abbas'ın saltanatına rastlar.
I. Abbas ölünce yerine torunu Şah Safi (hük. 1629-1642) tahta geçti. Özbek Hanlığı ve Osmanlılarla savaştı. Safevîlerin Van'a saldırısı üzerine, IV. Murad Han, Revan seferine çıktı (1636). Daha sonra Bağdad seferiyle Revan ve Irâk-ı Arab'ın kesin olarak Osmanlılarda kalmasını sağladı (1639). Savaşlara, Kasrışirin Antlaşmasıyla son verildi.
Şah Safi'den sonra II. Abbas (hük. 1642-1666), ondan sonra Şah Süleyman (hük. 1666-1694), ondan sonra Şah Hüseyin (hük. 1694-1727) tahta geçti. Sonuncusunun döneminde, din adamları devlet işlerine karışmağa başladılar. Şiî olmayanlara baskı yapıldı. Kandehar valisi Mîr Veys, 1709'da bağımsızlığını ilan etti. 1722'de Mîr Veys'in oğlu Mahmud, Isfahan'ı ele geçirdi. Şah Hüseyin, tahttan indirildi (1727). İran, karışıklıklar içinde kaldı.
1729'da Kumandan Nadir, II. Tahmasb'ı tahta çıkardı. Afganlar, İran'dan kovuldu. II. Tahmasb'dan sonra, Kumandan Nadir, 1732'de III. Abbas'ı tahta çıkardı. Yaşı küçük olan III. Abbas'ın ölümüyle Nadir, saltanatı eline aldı ve kendini şah ilan etti (1736). Böylece İran'da Safevî hanedanı sona erdi. Nadir Şah ile Avşarlar devri başladı.
Safevîler, bir Türk ailesi olmakla birlikte, siyasetlerini yaymak amacıyla yayımladıkları Silsilenâme'de, kendilerini Sâdât-ı Hüseyniye'den (Hz. Hüseyin'in neslinden) gösterdiler. En kuvvetli zamanlarında, İran, Horasan, Güneydoğu Anadolu, Irak, Gürcistan ve Güney Kafkasya'yı elde ettiler. Batıda Osmanlılar, kuzeydoğuda Özbekler (Şeybanîler) ile mücadele ettiiler. Devletin resmî dili Türkçe ve Farsça'ydı. Safevîler başlangıçta, Akkoyunlu idarî teşkilat ve kurumlarını örnek olarak aldılar. Çaldıran'dan sonra, Osmanlı yönetim usullerinden yararlandılar. Safevîler zamanında şah, mutlak hâkimdi, ayrıca bir müşavere meclisi bulunurdu. Şah Abbas'tan öncekiler, geleneğe uygun olarak, Şiî ileri gelenlerinin ve din büyüklerinin düşüncelerine önem verirlerdi. Bazı idarî makamlar, babadan oğula geçerdi. Devletin en büyük memuru vezîr-i büzürg'dü. Bu vezire itimaduddevle veya nüvvâb-ı İran medârî denirdi, kendisinin mührü olmadan hiçbir hüküm geçerli sayılmazdı. Ondan sonra kurçibaşı (emîr'ül-ümerâ) gelirdi. Mâlî işlere nâzır-ı buyutat bakardı. Divan beyi, adalet divanının başkanıydı. Mîr Şikâr ve mirahurbaşı (imrahorbaşı), şahın özel hizmetinde bulunurlardı. Akkoyunlu teşkilatına göre kurulan ordunun yetersizliği, Çaldıran savaşında anlaşıldı. Şah Abbas, Avrupa'dan uzmanlar getirterek, yeni silahlarla donatılmış bir ordu kurdu. İki askerî kuvvet vardı: Devlet ordusu ve Şah ordusu. Devlet birlikleri, tarikat mensuplarıyla valilerin gönderdiği kuvvetlerden meydana gelirdi. Şah ordusu beş kısımdı: tüfekçiler, süvariler, sufiler, bir kısım topçular ve saray muhafızları.

TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYET

1.DEVLET YÖNETİMİ
Türkler Müslüman olduktan sonra da devlet yönetimi ile ilgili geleneklerine devam ettiler. Devlet hanedan ailesinin ortak malı sayılıyordu.
Karahanlı Devleti kurulduğu coğrafya itibari ile Türk Devlet anlayışını aynen sürdüren bir devletti. Hükümdarlar da kara'' ünvanı kullanılıyordu. Sultan ünvanını ilk kullanan Türk Hükümdarı Gazneli Mahmut ( Sultan Mahmut ) olmuştur.
Devlet işleri Büyük Divan denilen yerde görüşülüp karara bağlanırdı. Divanın alt kademeleri vardı. Her alt kademede ayrı bir iş görülürdü. Ülkeler kolay yönetim için eyaletlere ayrılmıştı. Eyaletlerde melikler görev yapardı.
Moğol hükümdarlarına ''Kağan denirdi. Devlet işerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı yere de ''Kurultay'' adı verilirdi. Ordu komutanlarına ise ''noyan'' adı verilirdi.
NOT: Ülkenin hükümdar ailesinin ortak malı sayıldığı düşüncesi bütün Türk Devletlerinde kabul görmüş ortak bir düşünce idi. Bu anlayış taht kavgalarına ve Türk devletlerinin kısa sürede yıkılmalarına neden olmuştur.
2.ADALET İŞLERİ
Türk-İslam Devletlerinde hukuk, Şeri ve Örfi olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şeri hukuk ile ilgili davalara ''kadı'' bakardı. Örfi hukuk ile ilgili davalara bakan yüksek bir mahkeme vardı. Ordu içindeki anlaşmazlıklara ''kadıasker''(kazasker) bakardı.
3. ORDU
Türk Devletlerinde ordu sürekli olarak önemini korumuş bir kurumdu. Türk Devlet anlayışında ve Türk Milleti'nin kültüründe ordu kavramı her zaman için büyük önem taşımıştır.
İslam öncesinde olduğu gibi , İslam sonrası da Türk Devletleri 'nde ordu büyük önem taşımaya devam etti. Karahanlı Devleti'nde ordu çeşitli Türk boylarından oluşuyordu. (Karahanlı Devleti kuruluş itibari ile tamamen Türk özelliği taşıyan bir devlettir.) Gazneliler Devleti'nde ise durum biraz daha farklı idi. Gazneliler Devleti'nin kuruluş itibari ile çok milletli bir yapıya sahipti. Bu durum orduda da kendini göstermişti. Gazneli ordusu birçok milletten oluşuyordu. Büyük Selçuklu Devleti'nde Türk ordusu çok daha gelişmiş ve büyümüştür. Büyük Selçuklu ordusu altı ayrı bölümden oluşuyordu. Bunlar :
a. Gulaman-ı Saray : Çeşitli milletlerden toplanan kölelerin özel bir eğitimle saray için yetiştirilmesi ile oluşmuş askerlerdir.
b. Hassa Askerleri: Çeşitli Türk boylarından oluşan atlı askeri birliklerdir.
c. Melik ve Vali askerleri: Melikler ve valilerde savaş zamanı emrindeki askerlerle Sultan'ın ordusuna katılırdı.
d. Bağlı Devlet ve Beyliklerin Askerleri: Büyük Selçuklu Devleti'ne bağlı devlet ve beylikler de savaşa zamanı Büyük Selçuklu Devleti'ne asker verirlerdi. ( Ermeni ve Gürcü krallıkları gibi)
e. Türkmenler : Göçebe olarak yaşayan Türkmenler savaş ortamına her an hazır bulunurlar ve gönüllü olarak Sultan'ın ordusuna katılırlardı.
f. Sipahiler : İkta ( toprak sahibi )olanların, gelirlerinin bir bölümü ile beslemek zorunda oldukları askerleridir. Buna göre ülke toprakları vergi gelirlerine göre bölümlere ayrılırdı . bu bölümlere ' İkta' denirdi. Bu toprakları işleyen çiftçiler , devlete vermeleri gereken vergiyi ''Sipahi''ye verirlerdi. Sipahi de gelirinin bir bölümü ile atlı asker yetiştirirdi. Bu sisteme Osmanlı Devleti döneminde ''Tımar ''adı verilmiştir.
NOT : ''İkta '' sistemi ilk defa Büyük Selçuklu Devleti Veziri olan '' Nizamül- Mülk '' tarafından uygulanmıştır.
4. DİN VE İNANIŞ
Türkler İslam dinine girdikten sonra bu dinin liderliğini üstlenmişlerdi .İslam dinini geniş alanlara yaymak için fetih hareketlerine girişmişler ve Türkler sayesinde İslam dini çok geniş alanlara yayılmış ve bir dünya dini haline gelmiştir. Bugün ,Pakistan , Hindistan ,Afganistan, Balkanlar gibi coğrafyalarda İslam dininin yayılması Türkler sayesinde olmuştur. Türkler İslam dininin daha çok Sünni- Hanefi ekolünü benimsemişlerdir. ( Hanefi mezhebine Türk mezhebi de denmektedir. ) Sünni İslam anlayışı yaymak ve korumak için mücadele etmişlerdir. ( Nizamül- Mülk'ün açmış olduğu Nizamiye medreselerinin amacı Sünni İslam anlayışını korumak ve geliştirmekti.)
Türkler arasında Sufilik ( Tasavvuf ) anlayışı da oldukça gelişmiştir. Sufilik hareketi sonucunda birçok tarikat ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcaları , Rifailik, Kadirilik, Kübrevilik, Yesevilik, Ekberilik tir. Bunlardan Yeseviliğin kurucusu bir Türk - İslam alimi olan Hoca Ahmet Yesevi 'dir. Hoca Ahmet Yesevi İslam Dini nin Türkistan'da ( Orta Asya ) yayılmasında çok önemli bir role sahiptir. Bugün dahi Türkistan'da Hoca Ahmet Yesevi ,bütün Türk boyları tarafından kutsal kabul edilmektedir.
5. EKONOMİK HAYAT
Türk - İslam Devletlerinde ekonomik hayat Büyük Selçuklu Devleti zamanında büyük bir gelişme gösterdi. Ticaret yolları üzerine ''Hanlar'' ve '' kervansaraylar'' inşa edildi.
Türk - İslam Devletlerinde ülke toprakları yönetim bakımından dört ayrı bölüme ayrılmıştı. Bunlar,
a.Has Toprakları: vergi gelirleri Sultan'a ait topraklardır.
b. İkta Toprakları :Gelirleri, Hizmet ve maaş karşılığı olarak kumandanlara ,askerlere ve devlet adamlarına bırakılan topraklarıdır. ( İkta sahibi olan devlet adamı veya komutan belirli sayıda devlete asker yetiştirmek zorundaydı. )
c. Mülk Toprakları : Kişilere ait topraklardır. Sahibi toprağı istediği gibi kullanma hakkına sahiptir.
d.Vakıf Toprakları : Okul, hastane gibi sosyal kurumların ihtiyaçlarını karşılamak için devlet tarafından bu kurumlara verilen topraklardır.
Timur Devleti zamanında Tarım ve ticaretle uğraşanlardan alınan vergiye ''tamga'' adı verilmiştir.
6. DİL VE EDEBİYAT
Karahanlı Devleti'nde resmi dil Türkçe idi. Resmi yazılar Uygur alfabesi ile yazılıyordu. Karahanlı Devleti'nin bu milli kimliği sayesinde bu dönemde Türk kültürü oldukça gelişmiş ve Türk kültürü açısından çok önemli olan birçok eser yazılmıştır. Gaznelilerde ve Büyük Selçuklu Devleti'nde ise durum biraz daha farklı idi. Bu devletlerde bilim dili Arapça idi. Resmi dil olarak ta Farsça kullanılıyordu. Halk ise Türkçe konuşuyordu . Bu dönemlerde Türk kültür tarihi için önem taşıyan belli başlı eserler şunlardır.
a. Divan-ı Lügat-it Türk -Kaşgarlı Mahmut : Türkçe 'nin zengin bir dil olfuğunu göstermek ve Araplara Türkçe öğretmek amaci ile yazılmış bir eserdir.
b. Şehname- Firdevsi
c. Divan-ı Hikmet- Hoca Ahmet Yesevi
d. Edip Ahmet - Atabet'ül Hakayık
e. Yusuf Has Hacip - Kutadgu Bilig
Moğollar kültür ve medeniyet alanında Türklerden önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Bu dönemde Çağatay lehçesi bütün Orta Asya da etkinliğini arttırmıştı. Timur Devleti döneminin en ünlü yazar ve şairi ''Ali Şir Nevai''dir. Ali Şir Nevai , Türkçe'nin Farsça dan üstün bir dil olduğunu göstermek amacı ile ''Muhakemat el Lugateyn '' adlı bir eser yazmıştır. Babür Şah'ta Çağatay lehçesi ile şiirler yazmıştır. Özbek Hanlıklarından Hive Han'ı ''Ebu'l Gazi Bahadır Han''ın yazmış olduğu ''Secere-i Türki '' ve '' Secere-i terakkime ''dönemin ünlü diğer eserleridir.
7. BİLİM
Karahanlılar döneminde Türkistan'da bulunan Semerkant, Buhara, Kaşgar gibi şehirler öenmli bilim ve sanat merkezleri olmuştu. Büyük Selçuklu Devleti döneminde açılan Nizamül- Mülk medreseleri de İslam medeniyetinde büyük öneme sahiptir.
Türk- İslam Devletlerinde yetişen önemli bilim adamlarından bazıları şunlardır,
a. Farabi- Felsefe
b. Biruni - Matematik
c. İbn-i Sina -Tıp
d. Barani- Trigonometri
e. Uluğ Bey- Astronomi
f. Ali Kuşcu- Astronomi
8. SANAT
Türk -İslam Devletlerinde gelişen başlıca sanat dalları, çinicilik, minyatür, tezhip, ebru, süsleme, hat, oymacılık, kakmacılık ve mimaridir.
